Micho2 Michougué <body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar/14364200?origin\x3dhttp://michougue.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Salı, Temmuz 31, 2007

Inanamiyorum


Hatırlarsan geceden geriye kalan tek şey bizdik. Geçen onca zamanın ilk defa hesabını yapmadım; çünkü değmişti her saniyesine. Gökyüzü o kadar büyük görünüyordu ki, yıldızlar bile çıplak kalmıştı yanında. Bakacağız, dedik. Dünya durana kadar, birbirimizin gözlerine bakacağız. Hiçbir zaman göz kırpmadık birbirimize bakarken. Hatırlıyorum. Elimi sıkıca tutuyordun, diğer elin bedenimde, tekrar, tekrar keşfediyordun beni. Ay düşmüştü suya, parlıyordu içi bizimki gibi. Bu kadar berrak olmamıştı hiç. Her yer sessizdi, sadece kalp atışlarımız şarkılar söyledi, ritim tuttu tir tir titreyen ellerimize. Öyle güzeldi ki her şey, gözlerin doldu hani, inanamıyorum, dedin, inanamıyorum bunun olduğuna, sanki öldük de yeniden dirildik, gözlerimizi başka bir dünyada açtık, her yer yeşil, her yer mavi, her yer kırmızı, her yer sen, her yer biz oldu sanki. Sabah olmuştu, kuşlar eşlik etti şaşkınlığımıza, tepemizde uçtu kırlangıçlar, kıkır kıkır gülüştüler, görebiliyordum. Gökyüzü bir mavi, bir mavi, anlatamam. Hoş geldin dedi yeni gün bize, duydum, hoş geldin yeni dünyaya, artık sende bir meleksin, istersen uçabilirsin, artık senin de küçük, beyaz kanatların var. Kucakladım seni sıkıca, yükseldim en yukarı, bulutlara değdi kanadım, ağladım, ağladım, göz yaşlarımı sildin, yine ağladım. Omzuma koymuştun başını, bir şiir gibi, bir aşk hikayesi gibi dokunaklı geldi bana. Dünyaları verseler böyle hissedemez insan. Omzumda başın, içimde yeşermiş tüm dünya, evreni genişletiyorum artık, gezegenler, yıldızlar, içimde Samanyolu var. Kayan her yıldız bir gözyaşı, her gözyaşı bir dilek oluyor benim için. Dilediğim şey de hep aynı ; sen, biz… “Duralım artık, fazlasını yaşadıkça korkuyorum, elimden kayıp giderse bunlar, ben ne yaparım?” diye soruyorsun, cevap vermeye korkuyorum, sorduğun her soru bana dönüyor, içimden kendi kendime soruyorum, cevaplar korkunç, cevaplar soğuk, cevaplar acı… Düşünme şimdi bunları, zaman durmuşken keyfine varalım, doyasıya çekelim içimize bizi, işlesin iyice, bir daha hiç çıkmasın, zaman tekrar aksa bile, içimize kazınmış olacak her şey, hiçbir güç silemeyecek bunu, diyorum, hiç merak etme. Derin bir nefes alıyorsun, rahatlıyor için, daha da hafifliyorsun, sen hafifledikçe ben hızlanıyorum, daha da hızlanıyorum, öyle hızlı uçuyoruz ki hayat yetişemiyor bize, geride kalıyor bizden başka her şey. Kahkahayla gülüyoruz haline yaşamın, sayende ezebildim ya onu, diyorum, artık senden başka her şey değersiz, her şey bırakılmış geride, terkedilmiş. Üzerimde ki tüm yük bir anda yok oluyor, senin gibi ben de hafifliyorum, hafifledikçe hızlanıyorum, hızlanıyorum, geride kalıyor ya hayat, gittikçe küçülüyor, küçülüyor, kafamızı çevirip bakmıyoruz bile, bir önemi kalmıyor bizim için, biz varız, diğer her şey geride, biz aldık alacağımızı, çekip çıkarttık içinden yaşamın, bir anda her şey silindi, söndü, eridi böylece. Hayatı hayat yapan senmişsin, diyorum. Bir anda çektim seni, yok oldu dünya, büyüsü kalmadı, hani bu dünyayı döndüren bir mucize olmalı diye her zaman söylerdim ya, yoksa dönemez böyle, imkanı yok, derdim hani, işte o senmişsin, o mucize senmişsin, inanamıyorum.

Vazgeçelim artık...

senin bana bağırışların ve soruların,
benim sana dürüstlüğüm ve cevaplarım,
bizi
bir adım
ileriye
götürmeyecek…

Pazar, Temmuz 29, 2007

For Mother Russia!

Belli bir süredir yazmıyorum. Yorgun düşen parmaklarım, beynimin ve yüreğimin de tembelliğiyle birleşip birkaç satır döktürmeme engel oluyor. Onu bu davranışından dolayı kınıyorum. Blogumu takip eden birkaç arkadaşımdan sitem dolu e-postalar aldım. Neden yazmıyorum, neden kısa yazıyorum, gibi. Haklılar, ben bile 2 yıldır pek kesintiye uğratmadığım, artık günlük ihtiyacım gibi olmuş bir şeyden, bir sebepten dolayı elimi çekmiş bulunuyorum. Gerçi, elimde olan sebebin beni yeterince tatmin ettiğini belirtmek isterim. Boşuna yok olmadık ortalıktan.

15 dakika içinde geliyorum. Yüzümü almak için çok ısrarcı davranan bir komşuyu mutlu etmeye gidiyorum. Geldim.

Acı iyidir, insana yaşadığını hissettirir. Ayrıca her şeyin bir bedeli vardır. Gülü seven dikenine katlanır. Vermeden almaya kalkarsan, aldığın şeyin kaybı kolay olur. Sonuncuyu ben uydurdum. Eski bir dostumla bu gibi şeylerin muhabbetini çok yapardık. Ona buradan selamlar olsun. Onu özlediğim günler oluyor ama bunun değişmesi için benim yapabileceğim pek fazla bir şey yok. Zaman aşındırabiliyor bazı şeyleri. Ne derler bilirsiniz : “Zaman her şeyin ilacıdır.” Evet, öyledir; ama bazen, her zaman değil…

Yeni aldığım mouse daha haftası dolmadan bozuldu. Gidip tamire bıraktım. Adam bana, değmez, git yenisini al, dedi. Elinde tuttuğun mouse 75 ytl, dedim. Şaşırdı. Ne özelliği var ki bunun, diye sordu. Uzayı kırıp, zamanda yolculuk yapabiliyor, diyecektim, vazgeçtim. Ağabeycim, sen tamir et, gerisine karışma, dedim. Ukala ukala konuştuk diye adam sinirlenip daha da bozarsa güzelim fareyi? Böyle bir endişe taşıyorum içimde. Umarım korktuğum başıma gelmez sevgili yoldaş!

Genelde telefonumu sessize alıyorum. Sinemada film izlerken sesini kısarsın ya telefonun, kim ararsa arasın cevap vermez, rahat rahat filmini izlersin, film arasından ya da bitiminden sonra onu arayıp sinemada olduğunu, bu yüzden telefonu açmadığını söylersin hani, bu sebebin anında kabul göreceğini bildiğinden için rahat olur ya, işte o duyguyu seviyorum ben. Telefonun sesini kısıyor, saatte bir kontrol ediyorum, bazen hiç bakmadığım oluyor. Genelde, kim aramış diye kontrol ettikten sonra her arayana dönüp film izliyordum gibisinden bir bahane uydurmuyorum elbette, sadece cevap vermememin elle tutulur bir sebebi varmış gibi hissetmek hoşuma gidiyor, o kadar. Biraz önce kimler aramış diye telefona bakındım da, aletin kendisi ortalıkta yok. Kaybetmiş olabilme ihtimalimin bulunması beni nedense endişelendirmiyor. Bu duygu da bir o kadar güzel. Sahip olduğun bir şeyi kaybetmekten korkmuyorsan, ya onu hiç kaybetmeyeceğinden eminsindir ya da sahip olduğun şeye pek değer vermiyorsun demektir. Benim için ikisi de değil.

O an yaşadığım şeyleri anında yazıya dökmeyi çok seviyorum. Sıcak, taptaze bir simit, poğaça gibi geliyor bana. Yaşadığım şeylerin okunurken aynı hissi yaratmasını istiyorum. O anı yazarken, bunu okuyan kişiyle birlikte yaşıyormuşum gibi geliyor. Bu hoşuma gidiyor. Buna gerçek zamanlı paylaşım deniyor. Kimin tarafından dendiğine dair bir bilgi yok elimde. Öyle biri varsa eğer, ben ondan çalmadım. Bir anda aklıma geldi, yazdım. Issız bir adada yaşayıp ampulden haberim yokken ampul’ü icat etsem, bundan dolayı kim beni suçlayabilir?

Her neyse, bir ara tekrar dönerim. Good Bye Comrades!

Cumartesi, Temmuz 28, 2007

The Killing Moon












Salı, Temmuz 24, 2007

Alice in Wonderland





Alice gerçekten harikalar diyarında mıydı yoksa yediği mantarın tribinde mi?

Cumartesi, Temmuz 21, 2007

Söz ver bana


Hadi kalk ve söz ver bana n'olur; bir daha ölmeyeceksin!

Salı, Temmuz 17, 2007

The Bagi & Flüt, Giez, Camaro, DABILYU

Küçükken 2 tane tavşanım vardı. Birinin ismi bagi, diğerinin de flüt idi. Bugs Bunny’e olan hayranlığım nedeniyle, güzel çiftliğimizden doğum günü hediyelerimden biri olarak istettiğim -doğum günü hediyelerimi genellikle kendim istetirdim- bagi ve flüt bir süre balkonumu işgal ettiler. Büyükçe bir balkona sahiptik. Arada sırada onları içeri alır, koltuk aralarına, masa altlarına kaçışan tavşanları bugs bunny’i kovalayan o avcı gibi kovalar, bir türlü yakalayamaz, kaçtıkları kuytu köşelere havuçlar, marullar bırakır, çıkmalarını saatlerce beklerdik. Evi alt üst eder, “oğlum, ben size demedim mi kovalamayın şunu!” diye annemden azar işitirdik. Saatlerce peşlerinden koşturup tüm enerjimizi yitirdiğimiz anda annem araya girer, tavşanları sanki profesyonel bir avcıymış gibi iki dakikada yakalar, balkona, özel yaptırdığımız ŞEY’E tekrar koyardı. Bu duruma şaşar, biraz da sinirlenir, köşemize çekilirdik. Koşuşturmanın getirdiği yorgunluk ile koltuğa yığılır, saatlerce uyur, güzelce rüyalar görürdük. Geçmişten aklımda kalan birkaç güzel anıdan biridir bu. Pek bir şey hatırlamıyorum o dönemlerle ilgili. Çok uzun zaman geçtiğinden değil tabii ki; bilmiyorum, sadece hatırlamıyorum.

Bu benim kardeşim : Gizemizos Ezgie. Benim gibi iki ismi vardır. İstediğine Gizem diye, istediğine Ezgi diye tanıtır kendini. Bazen aşırıya kaçar, Gizem Ezgi diye iki ismini birden aynı anda kullandığı olur. Bunu ben öğrettim ona; o günden beri çok iyi uyguluyor bunu, aferin. İşte bu arkadaşla kovalardık tavşanları, tipinden de görüldüğü gibi çok iyi “tavşan kovalayabilme” potansiyeline sahiptir kendisi. Ne biliyorsa hepsini ben öğrettim ona. Bazen kendimle gurur duyduğum olmuyor değil. Bu resmini bloguma koyduğumu öğrenirse beni öldürür! Ama ne yapabilirim, anneannem'in gözlükleriyle, tek halka küpesiyle, gözlerini şaşı yapıp flüt gibi bakışıyla çok komik görünüyordu. Arada sırada blogumu okuyor, ne zaman "aaaaaaaaaabbiiiiiiii!" diye bir çığlık attığını duyarsam, içinde blogumu okuduğu anda alarm veren bir sistemi varmış gibi, durumu ne yazık ki çakacak, vaziyet kaçınılmaz olduğu için de zevk almaya çalışacağım. Üzgün köpek bakışı atarak : "Ezgi, vallahi elim kaydı, yoksa koymiiicaaadıımm, afidiiıırrrsınnn," gibisinden ortamı yumuşatmak adına bir kaç laf ederim ama, ne kadar etkili olur, orasını bilemem. Ama o bakışa hiç dayanamadığını çok iyi biliyorum.

Bir arabam olsun diye uğraştığım şu dönemde şöyle bir göz atayım etrafa dedim, artık efsaneler arasına girmiş amerikan arabalarından biri olan Camaro’ya rastladım. Mustang Shelby’e olan hayranlığımı dostlarım çok iyi bilir ki, Camaro bugünlerde bu aşkı birden bastırıverdi. Ebay’de bile bir araştırma yaptım, yaaaaa. $20.000'a Camaro'nun 69, 70, 71 modellerine rastladım. İnanılmaz güzellikteki modellerine baktım, baktım, bir daha baktım, içim geçti, gözlerim doldu, bu benim olmalı, bu, bu, bu nasıl bir şeydir, dedim, seni ilk gördüğüm anda dediğim gibi, tutuldum kaldım bir süre. Keşke böyle bir arabam olsa –ki bir gün mutlaka olacak- ama şuan olsa, anahtarı bilgisayarımın tam yanında dursa, estiği gibi anında kapsam anahtarı, çıksam dışarı, motorun o deli sesi, o lastik kokusu, amanın. $20.000 çok para değil arkadaşlar, 26.000 YTL’nin lafı mı olur aramızda? Hesap numaramı veriyorum : 9283 82938 47823 8323, mümkünse çok kısa zamanda, lütfen.

Gel gelelim sana. Senden bir tane daha olamaz demiştim ya bir gün, gecenin bir yarısı, aklımız yoktu ya hani o dönem, kullanmaktan sıkıldık diye bırakmıştık ya karmakarışık dolabımızda, işte o günlerden bir gün, yüzerken yağmur yağmaya başlamıştı, üşümüştük biraz, senden bir tane daha olamaz, böyle bir şeyin olmasının imkanı yok, demiştim, bak, yapmış adamlar, inat edip senden bir tane daha yapmışlar. Senden bir tane bile fazlaydı bize, şimdi iki tane oldu ya senden, bak görürsün, şuraya yazıyorum, zamanı gelecek, aşırı yüklenmeden çökecek bir tarafımız, adım gibi iyi biliyorum.

Hava bi soğuk, bi soğuk, anlatamam. Feci esiyor iki gündür.

Pazartesi, Temmuz 16, 2007

Biraz da kırmızılık

Üşüyen tek bacaklarım değil, içimde bir soğukluk var, titreyen kelebeklere rastlamak gibi şaşırtıcı bir şey, anlam verememek sersemletiyor insanı, bir de üzerine içilen onca acı, ayrılık, hüzün koksun diye sıkılan deodorant, biraz da kırmızılık…

İşte her şey tam olarak böyle oldu, avucumda tuttuğum özel karışımın nereye gömüleceğinden emin değilken daha, bir fikir geldi aklıma, yapmayı hiç istemediğim.. Onca itiraza, onca “hayır”a rağmen, gömdüm kalbime, en derine, yıllarca kazıp dibine bir turlu varamadığım, rengi kaçmış kalbimin en derinine…

Koca bir nefes alıp, unutmayı beklerken, zaman durdu, bozuldu kısır döngü, düzeltmek gerek, yoksa geçmeyecek hiçbir şey, dedim, bir bu yana, bir öbür yana dolandım durdum, elde var sıfır, kalpte var acı, gökte var karamsarlık, rüzgar bile dilsiz, elim kolum bağlandı, sen kokan koltuğuma oturdum, duvarda yüzyıllık saat bir türlü geçmeyen zamanı gösteriyor, önce inanamıyorum, sonra yüzyıllık olan hiçbir şey yalan söylemez, diyorum, biraz daha kasılıyor midem, bitkin düşmek bazen nasıl da yenilgi kokuyor; boğuk, ama kuru, ama gri, ama ben, ama biz gibi, kalbimizde bıraktığımız iyileşmesi bir daha mümkün olmayan o yara gibi… her şey yeterince soluk, yeterince sensizlik, bırak artık düşünmeyi, yok olmayı oyna, diyorum, vazgeçiyorum kendimden, zamanın kendisinden, kısır döngüden, bir şeyleri düzeltme isteğinden…

Oturuyorum sadece, gözlerimin önüne siyah beyaz bir görüntü geliyor, gülümseyen insanlar, hepsini tanıyorum; ama gerçekte tanımıyorum, bir bahçedeyiz, çimenlere uzanmış gökyüzünü izliyor, bulutların oluşturduğu şekillerden bize benzeyeni bulmaya çalışıyoruz, bulamıyoruz, hava birden kötüleşmeye başlıyor, bulutların renkleri değişiyor, grileşiyor, ardından bir yağmur, gökyüzü sinirden ağlıyor sanki, ardından yıldırımlar, içimize düşüp canımızı yakıyorlar, etrafa kaçışıyoruz, saklanacak bir yer arıyoruz, yüzünde tedirginlik, içinde korku, kalbin atıyor deli gibi, korkuyorum, diyorsun, korkma, hiçbir şey bizim kadar güçlü değil, bizi yenemezler, diyorum. Sarılıyorsun boynuma sıkı sıkı, gözlerinden yaşlar dökülüyor, yanılıyorsun, diyorsun, bir şey var, orada bizi yenebilecek bizden daha güçlü bir şey var. İtiraz edemiyorum, dilim tutuluyor, gözlerinden yaşlar dökülüyor, ağlama, ne olur ağlama diyebiliyorum sadece, ve sen haklı çıkıyorsun, bir şeyler bizden güçlü çıkıyor, ve biz yavaş yavaş parçalanıyoruz, sıkı sıkı tutuyorum seni ama, yavaş yavaş gücüm tükeniyor, o güce karşı daha fazla karşı koyamıyor, hiçbir şeye engel olamıyorum.

Cuma, Temmuz 13, 2007

The Time Machine & Us

Tut, tut, tut, sakın bırakma. İncitme ama, yazık, daha küçücük, bir zamanlar bizim gibi. Tüyleri bi yumuşak, bi yumuşak, aynı saçların gibi… Senin gibi ele avuca sığmıyor, yüreği senin gibi nasıl da küt küt atıyor, bak. İlk önce ürkek bakışlarla süzüyor beni, sonra sakinleşmeye başlıyor, gözlerinde anlam dolu bakışlar, hepsi nesillerdir anlatılan bir efsanenin ilk sözleri gibi : "bundan 3 bin yıl önce zamanın ötesinden gelen bir kadın, kötülüğe karşı tek başına başkaldırdı, iyilik için feda etti kendini, ogün bugündür kendinden utanır kötülük; o kadın kadar cesaretli olamadığı için..."

Keşke dönebilsek geriye, bunun gibi olduğumuz dönemlere. Dünya daha bir haftalıkmış gibi taze görünüyordu, ve biz yeni yeni kuş dilini öğrenmiş, anlaşmaya çalışıyorduk. Her kanat çırpışının ayrı bir büyüsü vardı, izliyordum seni en tepeden, öyle güzeldin ki, sanki senin için yaratılmıştı her şey.

Hatırlıyor musun, sen tam yanıma yaklaşıp kondun, ürperdi içim, dilim tutuldu, ötemedim. Kanatlarım tutuldu, kanat çırpamadım, öyle kalakaldım. Gülümsedin bana, tek yüzüm değil, kızardı tüm bedenim, beni o halde görünce gözlerini kaçırıp yine gülümsedin, bir süre sakinleşmemi bekledin, öylece durdun, izlemeye başladık tüm dünyayı en tepeden, öyle kusursuz görünüyorduki manzara, sen gibi, senin gibi... Sonra rüzgar okşadı tüylerimizi, ferahladı içim, küt küt atıyordu kalbim ama, zaman durmuştu, dönmüyordu dünya, çok iyi hatırlıyorum, başım dolanmıyordu artık, seni daha yakınımda hissediyordum, yaklaştın yavaşça, bir daha baktın gözlerime, açtın kanatlarını, dans etmeye başladın, bir o yana, bir bu yana, ardından bir şarkı koptu, tekrar uyuştu tüm bedenim, ateşim çıktı bilmem kaç fahrenheit, sonra düzeldim yine, her zaman iyileştirici bir özelliğin vardı zaten, hasta etmeyi çok iyi bilirdin ama iyileştirmen ayrı bir hikmetti; sonra durup beni bekledin, kanatlarımı açıp şarkı söylememi istedin; yapamam ben, hala kendimde değilim ki, başım dönüyor, arada gidip geliyor bilincim, küçücük bir yüreğim var zaten, kalbim de onun kadar, vallahi öleceğim, yapamam, kanatlarım tir tir titriyor, görmüyor musun?

Zaman geçti, sen hariç her şeyin geçtiği gibi. Biraz sakinleştim, biraz büyüdüm, biraz da içimdekileri kendimle beraber büyüttüm, daha bir güzelleşti yaşam, zaten üç beş yıllık bir ömrümüz vardı, kıymetini bilelim dedim, sayende çok kıymete bindirdim, varlığınla bir anda değerlendi tüm zamanım.

Bizi oralarda o haldeyken çok arıyorum, evet. Sen de özledin, biliyorum. Gözlerinden okunuyor bazen, bana dokunuşundan hissedebiliyorum, hala tenine değdikçe tenim, tüylerimiz diken diken oluyor, bir heyecan kaplıyor içimizi, aklımız karışıyor, kendimize gelmeye çabalıyoruz. Bir "zaman makinem" var desem sana, eğer istersen eskiye, çok eskiye, bir çift kuş iken, tüylerimiz yumuşacık, birlikte güzel şarkılar söyleyip gökyüzünde uçuyorken, o vadinin yeşilliğine dönecek kadar eskiye gidebiliriz desem, benimle geleceksin, çok iyi biliyorum.

Ama,
ne bir zaman makinem var,
ne de ikimizin tekrar kaybetme riskini göze alabilecek gücü...

Çarşamba, Temmuz 11, 2007

-albino-

kaç gece kaç gün geçti bilmem;
bembeyaz denizin üzerinden uçarı
bir kabuk, uzun, arşa yükselen
albino dalgaların savurduğu kör
bir lekeydim: yorgun, korkusunu
çoktan terketmiş, hem iki boşluk
duygusu arasında sonsuz kuş, hem
kuyunun dibinde soluksuz karanlık
hayvanı, bekledim, kaç gece kaç gün
geçti bilmeden çoktan geçmişken
kendimden an geldi koptum hepten,
çekildim uzaktaki bir noktaya doğru,
içimden geçen eksen mi kırılmıştı,
gövdemi tutan yay mı oynamıştı
kökündeki yerinden bilemedim:
kaçıncı gecenin sabahıydı doğmadı
güneş, bana gönderilen tufanın
ardından gelen siyah bir gündü, uyandım.

Enis Batur

Salı, Temmuz 10, 2007


Bugün aradın ya beni, hani ilk önce cevap vermedim, bir daha aradın, yine cevap vermedim. Aradın, vermedim, aradın, bir daha, bir daha, cevap vermedim. Yine aradın, sonunda açtım telefonu, konuştuk, hiçbir şey olmamış gibi, onlarca kez aramamış gibi, ilk defa arıyor ve anında telefon açılıyormuş gibi konuşmaya devam ettin ya, hani sormak bile gelmedi aklına, böyle içim bu hoş oldu, sesini duydum, sersemledim sonra. Telefon kapandıktan sonra sordum kendi kendime, aslında sana, hani sen içimdesin ya, saydırdım tek tek soruları; bu ne azimdir böyle dünyalar güzeli, bu ne istektir, bu ne, ne, ne, ne.

Sesini duydum, kendime geldim; çok iyi geldi, hoş geldi sefalar getirdi. Aradığın yerde hava serin, keyifler yerinde, sadece bir özlem var aklında olan kişiye, hep aklımdasın dediğin kişiye. Alıyorsun eline telefonu, aramaya başlıyorsun, açmıyorum, yine arıyorsun, cevap vermiyorum, yine arıyorsun, vermiyorum, vazgeçmiyor hiç, mutlaka açar o, mutlaka konuşmalıyım diyorsun. Aklındaki tek şey sesini duymak, biliyorum; ama o yine açmıyor, vazgeçmiyorsun, yine, bak yine, bu kaçıncı oldu, neden bu kadar çok arıyor diyorum, anlam veremiyorum, sonra açıyorum telefonu, sen varsın karşıda, canımsın benim, aradığın ne de iyi oldu, keyiflendim vallahi.

Birkaç söz veriyorsun, tutacağına inanıyorum. Oralar çok uzak yerler değil, birkaç saat, yolu da gayet iyi biliyorum, sözünü tutmazsan geleceğimi biliyorsun. Belki de bu yüzden tutmazsın sözünü, gelirim yanına, hava serin, üşürüz birlikte. Geceleri güzel oluyor oralar, cırcır böcekleri özellikle, gülme ya, severim onları ben.

Yakında görüşürüz umarım,
özledim güzel yüzünü,
ve tabii ki gülüşünü.

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

Dile benden ne dilersen.

Yeni evime göç etmeden önce, yeni mabedimi bulmama sebep olan, beni cesaretlendirip bu işe kalkışmama destek veren, elimden tutup arkasından sürükleyen, akıllı kız, aynı zamanda da deli, ayrı bir dünyadan gelen, ela gözlü güzel kadın, benim için yaptıkların, en başta, verdiğin o huzur, gülümserken üzerimde bıraktığın o inanılmaz etki, büyülenmiş gibi, kanatlanmış, bulutların üzerinde uçuyormuşum gibi hissettiren sen, ela gözlü güzel kadın, dile benden ne dilersen. Benim sana veremeyeceğim tek şey sensin.

Cumartesi, Temmuz 07, 2007

Açıklama 98329831239283

Saygıdeğer Senato Üyeleri,
Belirtmekte fayda gördüğüm bir kaç şey var. Kulak mememin tam ortasında küçük, kahverengi bir ben var. Uzaktan bakıldığı zaman kulağımı deldirmişim gibi görünüyor. Bazılarının küpe taktığımı bile söylediği oldu. Oysa ki kulağımı deldirmedim. Küpe takmıyorum. Takanlarla bir sorunum yok elbette, asla da olmaz. Benimle yeni tanışan her insanın aynı soruyu sormasından ve her defasında onlara aynı espriyi yapmaktan (Esprinin ne olduğunu söylemiyeceğim) vallahi gına geldi. Tek mesele bu. İkinci bir şey de şudur ; kaşıma çizik attırmadım canlarım, ayrıca kaşlarımı falan da almıyorum. Son olarak : Evet, doğma büyüme buralıyım. Ömrümün belli bir bölümü bu şehirde geçti. Belki benzemiyor olabilirim, belli kraterlere pek uyduğum söylenemez, bazen ben bile burada doğup, büyüyüp hala nasıl farklı olabildiğimi, farklı kalabildiğimi anlayamıyorum. İnsan işte, ne yapacağını hiç bilemiyorsun. Geceyi gündüze tercih ediyor olabilirim, geceyi çok sevdiğim doğrudur, fakat vampir falan değilim, gündüzleri beni görmüyor olmanız öyle olduğumu kanıtlamaz. Hadi bir sır da ben vereyim size, yazın fırsatım oldukça çıplak yatıyorum, çok ayıp biliyorum, ama ilk böyle ayak basıldı dünyaya, belki de Adem’in hissettiklerini merak ediyorum?

Bu tür şeyleri iyi ki sık sık yazmıyorum; çünkü melankolik takılmak bunları anlatmaktan daha kolay.

Cuma, Temmuz 06, 2007

Quo vadis?

Her şey can sıkıyor artık. Ne olduğunu anlamadığım, boğucu bir sis bulutu üzerimde, ne yapsam nereye gitsem kurtulamıyorum ondan. Gölgelenmiş tüm hayatım. Yıkıntılar içinde kalan, yaşamak için kurtarılmayı bekleyen bir depremzede gibiyim. Düzelecek her şey, hayat daha yaşanılır hale gelecek, yaralanan kanatların tekrar uçuracak seni, ne olur üzülme, diyorsun. Dinliyorum seni ama, inanamıyorum, inanmak gelmiyor içimden. Düzelmesi beklenilen hiçbir şey düzelmedi ki bugüne kadar, hiçbir beklenti gerçekleşmedi ki, buna nasıl inanabilirim ben, diye soruyorum sana, cevap veremiyorsun. Bir sır vereceğim sana, diyorum. Bir ormanda yürürken, ağaçlardan topladığım kitaplardan okuyup öğrendim bunu: hayatla başa çıkmaz istiyorsan delice sevecek bir kalbe sahip olmalısın; ama bak benimki paramparça, benimki yaralı, bak, nasılda kanıyor..

Salı, Temmuz 03, 2007


Yine dalmışsın. Zaman durmuş, dönmez olmuş dünyan. Bir tek o var aklında, bir tek onu düşünüyorsun. Onun giderken gözlerindeki o hüznü, sana bakışını, hayata yenilişin yüreğinde bıraktığı acı duyguyu içinde hissediyorsun. Biliyorum, çok yakıyor. Biliyorum, yaşamadan bilemeyiz. Biliyorum, anlatmakla hiç olmuyor. Bilmek yetmiyor, o acıyı içinde hissetmek, o acıyı tatmak gerekiyor. Dünya bir yana, yanan yüreğinin bıraktığı o yanık kokusu bir yana, biliyorum. Ve dayanılmaz geliyor her şey sana. Beklemekten başka yapabileceğin bir şey yokken, kendini çaresiz hissediyorken, aklına gelen ilk şeyi yapmak istiyorsun ama olmuyor, yapamıyorsun, onu düşünmekten başka hiçbir şey yapamıyorsun, biliyorum. Zaman durmasa, dönse dünya, geçse zaman, düzelir her şey, bir mucize olur, unuturum belki, içimde tekrar yeşerir yaşam ağacım Gaokerena, hiçbir yere gitmek istemeyen ayaklarım hareket etmeye başlar, dans ederim sabaha kadar kendimle, Terpsichore bile kıskanır beni, gözlerim kapalı, dünya karanlık ama huzurlu, geride bırakılan hiçbir şey yakmaz içimi, küllerimden doğarım tekrar, hoş geldin partisi düzenler altın kafesteki anka kuşum, nasıl hissediyorsun kendini, diye sorar bana, neredeyse mükemmel, diye cevap veririm gülümseyerek. Pan çıkar gelir odama, sirinks ile çalmaya başlar, ritim tutarım onunla, kendimden geçerim, piff yanıma uzanır, başını dizlerime koyar, birlikte uyur düşlere dalarız, uyandığımızda her şey daha farklı görünür, dünya bizimle birlikte yenilenir, ve ben belki yine nefes alabilirim, diyorsun içinden, çok iyi biliyorum.

Ama delidiğimiz,
hayal ettiğimiz
her şey/hiçbir şey
olmuyor evlat, biliyorum.

Pazartesi, Temmuz 02, 2007

Ne tuhaf...

Eğer ara sıra içini bir sıkıntı basıyorsa, kalbin sıkışıyorsa arada bir, nefes alamıyor ve kendini atmak istiyorsan pencerenden birkaç metrelik mesafe varken, “ölmem ki, elim ayağım kırılır, daha fazla acı çekerim, elime sadece daha fazla acı geçer,” deyip vazgeçiyorsan atlamaktan, seni, birini düşünmeye mecbur edecek tek şeyin onu kıskanmak olduğunu düşünüyorsan, kalabalık içinde kendini her zaman yalnız hissediyorsan, her telefon çalınışınca, bunu kırmak paramparça etmek istiyorum, diye söyleniyorsan, -söylenme evlat, kırmana da gerek yok, birkaç saat kapalı tutmak bile insanı sakinleştirebiliyor- sende var benden bir şeyler, hissedebiliyorum, ne tuhaf.

Geride bıraktığın insanlar, üstünü bir daha okunmasın diye defalarca çizdiğin isimler, bir şöminem olsa da sıcak çikolata mı yudumlarken eski resimleri teker teker ateşe atıp yok oluşunu izlesem dediğin zamanlar, akla hayale gelmeyecek, imkansız diye görünen ama başa gelen korkunç olaylar, buram buram nefret kokan anlar sana “her şey bitsin artık, sıkıldım” dedirtiyorsa, gerçekten aramızda bir bağ olmalı, hakikaten sende var benden bir şeyler, dedim ya, hissedebiliyorum, ne tuhaf.