Micho2 Michougué <body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar/14364200?origin\x3dhttp://michougue.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Salı, Mayıs 29, 2007

o da olur?

Kalp atışlarımı hızlandıran tek şey hayatımı 3 dakikaya sığdırıp anlatabilen şarkılar. Tamam, kabul ediyorum, bazen sen de üzerimde aynı etkiyi bırakabiliyorsun. Ama bu şarkılar sevgiliye yazılıp hiç okunmamış yüzyıllık aşk mektupları, çok nadiren ortaya çıkan gökyüzündeki yeşil ışık, Samanyolu, akıl sır erdiremediğim mucizeler gibi farklı. Anlatmakla olmaz; o yüzden kısa kesiyorum.

Cumartesi, Mayıs 26, 2007

Kara simsek down!

Yalan. Vallahi yalan. İnanmayın siz. Dünyanın bir sırrı yok. Herkesin bizim gibi sakladığı bir sırrı yok. Bazıları bu kadar yalnız değil; bazıları bu kadar aptal değil. Sırların ne kadar ağır, ne kadar kafa karıştırıcı olduğunu anlayan babiller mesela; eşek eti yemenin bile daha mantıklı olduğuna karar vermişlerdi. Her taşın üstüne “sakın böyle bir şey yapayım demeyin,” diye kazımışlardı. O zamanlar kazımak vardı, siz bilemezsiniz, ben bilirim.

Yeşil ışıkta geçmek ile kırmızı ışıkta geçmek arasındaki tek fark bunları yaparken hissettiğimiz o duygu. Renklerin bir önemi yok; ona bakarken, onunla ilgili bir şey yaparken ne hissettiğimizin önemi var. Kırmızı ışıkta geçerken acayip bir duygu seline kapılıyorum mesela. Heyecanlanıyorum, amanın yakalancam şimdi gibisinden tepkiler veriyorum, polis var mı polis var mı tarzı kendi kendime sorular yöneltiyorum, aniden bir araba çıksa geberir miyim, hadi gebermesem de gebertir miyim, hadi ikisi de olmadı diyelim, sakat bırakır mıyım gibi sorular o an aklımı çok kurcalıyor. Yeşil ışıkta geçerken hiçbir şey düşünmüyorum. Sadece geçiyorum. Bir işi yaparken hiçbir şey hissetmemek, yaptığın işin üzerinde etki bırakmadığını, sadece yapmak için yaptığını görmek, ve buna rağmen yapmak ne kadar da anlamsız, ne kadar da null. Yeşil ışık sadece bir örnekti, yaptığımız bazı şeylerin bizim için ne kadar boş olsa da, bunu yapmaya devam ettiğimizden yakınıyorum. İnsanlık adına üzücü şeyler bunlar. Bunu durdurmak için, her şeyi anlamlı hale dönüştürmek için kıçımı yırtsam da elimden bi halt gelmeyeceğini bile bile yazıyorum, bile bile buradayım ya, kendimle çelişiyorum, kimsenin ikaz ettiği yok. Mecbur kalmadığımız sürece bunu yapmamalıyız. Her neyse, hava nedense kötüleşti bugün.

Say say my playmate
wont you lay hands on me
mirror my lady
transfer my tragedy*

zeth'e gelsin ^^

Cuma, Mayıs 25, 2007

Mr. Mega ton

Dışarı çıkıp sıcak çörek ve gazete almadan hemen önce iki üç şey yazmak istedim. İstediğim her şeyi yapmam, tadı kalmaz sonra, ama bu sefer yapmak istedim. İstediğim şey “bir şeyler yazmak” ise, bunu her zaman, nerde, nasıl, ne durumda olursam olayım, yaparım. Yazdığım şey ne olursa olsun, -ki şu hayatta beceremediğim milyonlarca şeyden biridir yazmak-, zaman, mekan ayrımı yapmaksızın, utanmadan yazarım. Beceremediği bir işi yapmaya devam etmek, bunu yapmaktan haz duymak, tekrar, tekrar, bunu yapmayı tekrar etmek, sana bile enteresan gelebilir biraz. Bu işi yaparken, deli gibi yazarken, saçmalarken, daha sonra okurken gülmek, bu defa harbiden saçmalamışım, demek, amma berbat haldeyim heaeaeae, diye söylenmek… hepsi ayrı bir zevk.

Aklıma gelmişken, şu “starbuck”, “kara” yani, hani battlestar galactica’da oynayan yüzbaşı, ya da her neyse artık. O dizideki o kadar hatunun içinde beni etkileyebilen tek hatunun o olması bir süredir aklımı karıştırmakta. Acayip çekici geliyor. Farkındayım, bundan sana ne? Benim meraklandığım konu, o kadının, o gemide, demir yığınlarını yok etmeye çalışırken, ordaki diğer tüm erkek asker kesiminden daha güçlü olmak için elinden geleni yapmaya, sert olmaya çalışırken, yeri geldiğinde, nasıl oluyor da kadınlığını bu kadar iyi ortaya çıkarabiliyor, anlayamıyorum. Bir kadın hem öyle davranıp, hem de yeri geldiğinde nasıl böyle olabilir, kafam almıyor. Çok acayip, çok farklı, çok çekici, çok. Ateşim söndü, gidip taze poğaça, çörek ve gazete mi alıp, yeni güne, 24 saattir uyumamış ve bitkin bir şekilde başlayabilirim. Saygılar. Aduuken, aduuukeen, oorrryukkeeen. Caf caf caf.
ORYUKEN ORYUKEN
CAF CAF ADUKEN
ADUKEN ADUKEN ADUKEN
OORRYUKEEEEN
CAF CAF ORRRYUKKEEN
ADUKEN
PETPETRUUUKEEEN
AADUUKEEN

Hehehe, özlemişim be.

Salı, Mayıs 22, 2007

istersem uçabilirim.

Vallahi ne desem, ne yapsam bilmiyorum ki. Böyle bir durumda insan nasıl davranır, nasıl tepki verir, afallar mı, kızar mı, ağlar mı, yanar döner mi, nedir kardeşim, nedir yapılması gereken en doğru hareket, nedir verilmesi gereken en mantıklı karar? Ölümcül sorular zincirinden bir bölüm okudum size, gerisini siz düşünün, gidin izleyin hayatı, yeterince karmaşık, fazlasıyla gizemli, her yanı buram buram karanlık, bir de ölü doğanlar derneği var, bir de doğarken kaybedenler, diye. Bir yere üye olmayı sevmem, bir yere bağlı olmayı, bir grupla takılmayı istemem. Ama bu farklı; insanın kendine, kendi kimliğine üye olması gibi bir şey. O yüzden, kurucu üyelerden, hatta en baştaki havalı tiplerden biri de benim. Özel, simli, kabartmalı kartlarımız var. Kaliteden ödün vermedik, paraya kıyıp -ki paraya kıymak kadar zevk veren başka bir şey olamaz- böyle bir şey yaptık. Başımızı belaya soktuk, biliyorum. Adrenaaaaaliiinn her şeydir. O yüzden geber aşağılık pislik, geber kahrolası diktatör! Hitlerin ölmeden birkaç saat önce evlendiğini, karısıyla sevişemeden intihar ettiğini, öldükten sonra ne cennete ne de cehenneme kabul edildiğini, dünyaya, tekrar dünyaya geri gönderildiğini, içimizde bir yerlerde, şu sokak başındaki muhallebicide, iki sokak ötedeki ayakkabı tamircisinde, o da olmadı, pazarlarını küçük balkonunda oturan, gelip geçen arabaları izleyip, onların plakalarını ezberlemeye çalışan yurdum insanlarının içinde olabilme ihtimalinin yüksek olduğunu biliyor muydunuz? Her insanın, senin bile içinde bir Hitler olabilir. Kahrolsun, saçını yana doğru yalanmışçasına yapıştırır, dünya çok berbat, daha güzel olmalı, der; insanları, en acayip yaşam formlarını öldürmek için çırpınır dururdu. Ne yaparsa yapsın, aldığı nefes bile dünyayı daha kötü bir hale getirdi. Bak şimdi, söylediklerimde var bi b*kluk, farkındayım. Çok tehlikeli bir oyunun içindeyim, son bir hakkım kalmış, deli dana gibi ortalıkta dolaşıyorum, di mi? Sabahın köründe heroes episode 13’ü indirirken zaman geçsin diye saçmalamış olmama kimse, aç kaldığı için sinirlenen kediciğim bile kızamaz, bi tarafımı çizip miyavlayamaz. Sesini yükseltme diyorum, kafam zonkluyor. Geçen geceden beri kendime gelemedim. Aptal aptal dolaşıyorum ortalıkta, ki bu yeni bir şey sayılmaz. Bu tür şeyler, kötü şeyler, yani alışkanlıklar öldürür insanı, derler. Yalan. Bu arada bir part daha bitti, yaşasın, amacıma emin adımlarla yaklaşıyorum. Son part’ı indirmek için sabırsızlanıyorum!

Bitti. Vallahi, bitti. Böylece bu da biter. Kullanıp atıyorum seni. İşim bitti seninle, amacıma ulaştım, her şey sona erdi benim için; bir önemin kalmadı. Mümkün olduğunca, en azından birkaç gün senden uzak durmaya çalışacağım. Beni arama, telefonlarına çıkmayacağım. Ahaha öyleyimdir, n’olmuş yani?

Ooo Young liars,
Ooo Young liars,
Thank you for taking my hands

Pazar, Mayıs 20, 2007

bacaksiz, yine mi sen?

Önce geriye yaslandım, derin bir nefes aldım. Hiçbir şey bu kadar çarpıcı, bu kadar sarsıcı olmamıştı benim için. Öyle çok heyecanlandım ki, dünya birden daha hızlı dönmeye başladı sanki. Kafam karışık zaten, sağlıklı düşünemiyorum, bir de üstüne bu gelince kendimden geçtim, çevremden geçtim, senden geçtim. Başım dönüyordu yine, bulanıktı tüm hayat, aklımda bin türlü soru, cevapsız kalmış her şey, sen bir anda ters düz etmişsin düzeni, üstüme gelme bu kadar, yapma, n’olur, diyorum; dinlemiyorsun. Bak, zaten sinirliyim, elimden ayağımdan bir kaza çıkar, canını çok sıkarım, kalbini fena kırarım, diyorum; yine dinlemiyorsun. Başımın belası, sinir kat sayım, en nefret ettiğim telefon numaram, bozuk ama değerli plağım, dayımdan kalan kullanılmış saddam resimli pullarım, üç kuruşluk suni deri ceketim, bu sahte dediler, yok, gerçek bu, bilirim, anlarım ben, dedim, aldım salak gibi, simdi yalan olmuş, ortalıkta melül melül geziniyorum; insanlar bana gülüyor, ben kimseyi umursamıyorum, köşeme çekilip seni düşünmek geçiyor içimden, sen geçiyorsun içimden, yaşadığımız onca şey geçiyor, ben yine kendimden geçiyorum, kalp atışlarım hızlanıyor, nefes alamıyorum... Her şey kusursuzca planlanmış, sonsuza dek sürecek, hic bozulmayacak bir döngü gibi. Hissedebiliyorum, evet, herkes kadar ben de aptalım, doğru, ama sen, konu sen olunca, herkesten geçiyorum, herkesten bir anda farklı oluyorum, değişiyorum. Seni yazarken, aynı parçayı yüzlerce kez dinliyorum, dinledikçe seni yazıyorum, yazdıkça biraz daha işliyorsun içime, bedenime. Ruhum dediğim birkaç gramlık şey, senin yüzünden tüm bu olanlar, ruhum bi’ ağırlaştı bi’ ağırlaştı, anlatamam. Hafiflemek gerek, yazdıkça boğulmaktan sıkılmışsan eğer, senden sıkılmışsam eğer, ki yalan benimki, senden sıkılmak dedim ya, dünya tepetaklak olur şimdi, bırak ya, ne hali varsa görsün, bu vakitten sonra kıyamet kopsa döngü degişmez, ben yine ben, sen yine aynı sen, biz yine ayrı, biz yine birbirimizden mahrum... Gitme, dedim; dinletemedim. Görüyorsun ya, biz bizden kopunca, biz hariç her şey değişti ama, bu özlem, bu hasret bitmedi hiç. Bitmez, suni cekete benzemez bu, bitmez evladım, bilirim ben, bitmez. Yeni hayatlar, yeni insanlar, içimde tekrar oluşan kıvılcımlar, çakıl taşları, toprak kokusu, yağmur. Hepsi toplanmış, bir işler çeviriyorlar ama, dur bakalım, yakında anlarız. Ne yapmaya çalıştıklarını tahmin edebiliyorum, beni düşünüyorlar, artık zamanı geldi, diyorlar ama istemem, ne gücüm var, ne şevkim, ne yenilik istiyorum, ne yeniyi; çünkü bu evrendeki hiçbir şey vermiyor senin bana verdiğini. Hiç vermedi. Kimseyi bu yüzden suçladığımda yok tabi, ama seni suçlayabilirim belki. Bu kadar farklı olup, 7 milyar insanın arasından gidip gelip beni buldun ya, başımı belaya sokup, kalbime ruhunun haritasını kazıdın ya, ne diyecek bir şey kaldı, ne yapacak iki hareket. Artık hiç kimse beceremiyor senin üzerine kendi özgeçmişini çizmeyi. Kolay değil ki, kim yapabilir bunu? Kim senin kadar acayip, kim bizim kadar deli, kim bizim kadar ortak, kim güzelim, söyle, kim?

Cuma, Mayıs 18, 2007

Dünya, her yeni güne biraz daha mutsuz uyanıyor artık.

Perşembe, Mayıs 17, 2007

At nalı mısın?
Öyle mi görünüyorum?
Hayır, öyle davranıyorsun.
Bir at nalı nasıl davranır?
Senin gibi.
Ben nasıl davranıyorum?
Bir at nalı gibi.
Peki, ya sen?
Ben ne?
Sen… şey.. tencere kapağı?
Ne? Ahaha.

yeni farkettim; özlemişim seni ++

Pazar, Mayıs 13, 2007

blue & red jelly beans

Evet, hepimiz uzaylıyız. Bu konu da hiç alçakgönüllü olamayacağım. Bir uzaylı olmanın yarattığı havayı hiçbir şeyle, seninle bile değişmem. Bu kadar açık sözlü olmanın manası yok, kabul ediyorum. Ama ben bir uzaylıyım. Uzaylı dediğin sözünü saklamaz. Kimsenin arkasından iş çevirmez, dedikodu yapmaz. İftira en nefret ettiği şeydir. Evet, biz de yeri geldi mi gayet güzel nefret edebiliriz. Üzerine bile kusabilirim. Yeşil yeşil, yapışkan, ama kokusuz, hatta aromalı. Evet, iğrenç olma yolunda büyük bir potansiyele sahip olsam da, yaptığım en kötü şeyin bile altında aroma –örnek olarak- yatabiliyor. Bir uzaylıyı bu kadar havalı yapanın ne olduğunu sanıyordun? Kesinlikle bu tip şeyler. Bizim yaptığımız, dışardan farklı görünen, evet, dışardan iğrenç görünen her ne varsa, aslında hiç de öyle değil. Bu güzel bir şey. Yaptığın her berbat şeyin aslında berbat olmadığını görmek, ne kadar çabalarsan çabala bunu başaramayacağını bilmek, insanı ne kadar da rahatlatır, değil mi? Bu yüzden seviyorum –kendimde dahil- bu yaratıkları. Uzaylı bir insanın (ehe) kendini sevebilmesi kadar güzel başka bir şey varsa o da uzaylı birinin aynı zaman da kendini insan olarak görebilmesi, kanımca kararımca. Bunu da kayıtlara geçmekte fayda var. Hani bizim hakkımızda bir kitap yazılacaksa, özelliklerimiz tek tek sıralanacaksa, listenin en başında, olmadı biraz altında bu olmalı. Onlar ne kadar çabalarsa çabalasın, dışardan ne kadar kötü görünürlerse görünsünler, yaptıkları şeyler ne kadar iğrenç algılanırsa algılansın, gerçek hiçbir zaman bilindiği gibi değildir. Gerçeği görebilmek, altında yatan güzelliği görebilmek için, derinlere, en derinlere inmek gerekir. Evet, bu kutsal yaratıklar hakkında bir kitap yazmalıyız. Hatta söze şöyle başlamalıyız : Uzaylı da olsak, bu kadar zeki, bu kadar becerikli de olsak, şaşırtıcıdır ki bizler aynı zamanda insanız. Bu iki zıt kavramı bir araya getirebilmek ve bir arada tutabilmek, ancak uzaylı olabilmekle mümkündür. Her neyse, daha sonra bu konuya tekrar dönmekte fayda var. İnsan ne olduğunu bilmeli, uzaylı bile olsa çıkıp, “ben bir uzaylıyım ve bu gerçekten çok güzel bir his,” diyebilmeli. Son sözüm budur. Bu konu da sorusu olan varsa, bana gelmesin, hiç çekemem.

Hakkını yememem gereken bir şey daha var : Lucid Dreaming. Uzaylı olmak kadar keyif verici diğer bir şey de Lucid dreaming modunda olmak. İnsanın beyninde oluşan, bilimsel olarak açıklanmış olsa da hala ne olduğunu bir türlü anlayamadığımız rüyaların o an içinde bulunurken, bunların tümümün bilincine varmak ve yaşadığı anın rüya olduğunu bilebilmek, bu nedenle ne yaparsa yapsın özgürleşeceğini, kanatlanıp uçabileceğini, suyun dibinde nefes alabileceğini ve bilumum eksantrik aktiviteyi yapabileceğini görebilmek, hissedebilmek kadar güzel başka bir şey var mıdır? Kısa keselim; yoktur.

Yalan söyledim, düşmeyin hemen; kesin vardır. Sen varsın mesela. Uzaylı da olsam, yarı insanım ve doğal olarak çok zayıf yanlarım var, yeri geldi mi çok duygusal olabilmek gibi...

Devamı gelir tabii, elbet.
Şimdilik bu kadar beyin karmaşası kafi.
Ben de yorulabiliyorum bazen, ne var?

Çarşamba, Mayıs 09, 2007

Yavanna

Çok önceden farkına varmam gerekirdi, biliyorum. Ehh, her şey zamanla değişince, sen de ne olduğunu, kim olduğunu unutabiliyorsun. Benim bir suçum yok, döngü böyle, ona uymak zorundasın. Bunu değiştirmek için ne kadar çabalarsan çabala, olmaz, değişmez, başaramazsın. Yenilgiyi en baştan kabul et demiyorum. Ama yine de sen yenilgiyi en baştan kabul et; çünkü ne yaparsan yap, fark etmez, bu böyle, işine gelirse güzel ablacım...

Daha doğarken kaybettik, duyurulur. Alt yazı geçmeyi sevmem ama, gerekirse onu da yaparım, hiç sorun değil. İnsanlık için yaptığım en son şeyin, plastik şişelerle cam şişeleri ayrı çöp kutularına atmak olduğunu da belirtmek isterim. Kısaca bu duyurunun kıymetini biliniz, humanist olmadığım halde –aksine öyle olduğumu söylerler-, bunu açıklayarak büyük bir şey yapıyorum, bu gerçeği bir köşeye atıp, hayatıma devam edip, hiçbir şeyi umursamadan baaab maaaarrrli dinlemeye devam edebilirdim? Di mi? Di.

Ama Yeşilaycıyım; bu da bir şeydir? Çiçekleri sevelim, onları koruyalım, sigara kullanıp izmaritleri etrafa atmayalım. Elbette bununla olacak iş değil, ama ben böyleyim. İşime geleni yaparım, gelmeyeni de sonradan işime gelebileceğini düşünüp yine yaparım. Bu gibi şeyler önemlidir; iyice düşüneceksin.

“Atar damarını keserim, üzerine bal döker, afiyetle tüketirim.” Tabii ki, yapabilirsin. Olmayacak şey değil. Konu da zaten o değil. Üzerinde durulması gereken şeyin çok başka bir şey olduğunu, bağıra bağıra sokaklarda dolanarak anlatmaya çalışmam mı gerekiyor? Bir şeyin de anında farkına varsak, açıklama yapmakla zaman kaybetmesek, bir oto-algılama mekanizmamız olsa, her cümlenin, her hareketin, her bakışın altında yatanı anında kavrayabilsek, ben de yazın karpuz tüketimine daha fazla vakit ayırabilsem, dünya daha yaşanır olup, belki de tüm evren daha anlaşılır hale gelmez miydi? Pekala olurdu. Tabii, evrenden bizene oğlum, ben keyfime bakarim, derseniz o ayrı. Neyse, bunlar derin mevzular, sen kes atar damarımı, kurtulalım, dünya bu haldeyken bir daha atmaya cüret edemesin, haha.

“Selam söyle annene, az yemedim dayağını. Kırılan her camın sorumlusu olmaktan bıkmış olsam da, annenden dayak yemek bile güzel gelirdi bana. Senin o annen var ya, o evrenin ortak yaratıcısı, o tanrıça, doğallığın, güzelliğin gerçek anlamı, tutkunun oda arkadaşı, o annen var ya, o annen… Bazı şeyler unutulup gerilerde bırakılabiliyor. Bazı şeyler de kafana kazındı mı ömrün boyunca nereye gidersen git seninle geliyor, bundan kurtulamıyorsun. Bende de vardı bir acayiplik, bir türlü ondan kurtulamadım.“ Böyle dedi bana, ne olduğumu şaşırdım, sersemliğim geçtikten hemen sonra onu oracıkta ayak altına alma fikrine kapılmadım değil ama, o tanrıça geldi aklıma, güzel annem, sakinleştim, bir anda içimdeki tüm duygular değişti, tıpkı bir ninninin üzerimde yarattığı dinginlik gibi bir duyguya kapıldım, sürüklenip gidiyorum, sonra kızıl bulutlara değdi kanadım. Seni seviyorum anne, bu satırları okuyamayacağını bile bile söylüyorum bunu. Okumasan bile hissedersin, sen bana göre her şey olduğun için, ne yaparsam yapayım bilecek, senden ne saklarsam saklayayım bunu hissedeceksin, bunu çok iyi biliyorum.

*Burdan dayıma, amcama, adını zeytin koyduğum ailemizin yeni uyesi yavru kediye, fransada veyahut italyada olabileceğini düşündüğüm ruh ikizime, geçmişte sevişip şimdi yüzünü bile hatırlayamadığım diğer tüm kadınlara, ayrıca sana, bir de tanımadığı halde bana patlamış mısır ısmarlayıp 15 dakika da olsa güzel bir muhabbet hediye eden o tatlı kıza -adını gerçekten bilmiyorum-, ve son olarak dünyanın en yardımsever insanı, hayat koçum anneme selamlar, sevgiler, wow, bitti!? Nasıl olur lan, ahaha.

Pazartesi, Mayıs 07, 2007

turn to iman

Her sabah aynı şey oluyor. Yine seni düşünerek başlıyorum yeni güne. İşin karmaşık bir o kadar da can sıkıcı tarafı ne biliyor musun? Ritimsiz kalp atışları. Metabolizmamı bozan tek canlıya, daha çok küçük yaşlarda, gelecekte olacaklardan habersizken, yüreğim tertemizken, deli gibi cesurken rastladım. Dünyanın sonu mu geldi sorusuna verilebilecek en güzel cevaptır; evet, dünyanın, evrenin, onun sayesinde sonu geldi. Her şey, tüm kötülükler, açlık sefalet, yıkım, her şey, evet, büyük ölçüde onun yüzünden gerçekleşti.

Onu suçlamaktan vazgeç, bazı şeyler böyledir, olacağı varsa olur, buna engel olamazsın, diye söyleniyor diğerleri. Onları dinlemiyorum. O kadar güçlü değilim ki ben? Zaten kim o kadar güçlü ki?

“Ne zaman bitecek bu?” diye tür tür sorularla gittim dağ başındaki ak sakallı dedeye. Cevap alamadan geri döndüm. Belki de bu soruya verilecek bir cevap olmayışından dolayıdır böyle elim boş, bomboş. Pamuk ellerin gelir aklıma, içinde dolaşan küçük şeytanlardan habersiz tutarım onları. Okşarım, öperim, hissederim ama, işte gerçekler bazen göründüğü gibi değil, aldanmak ile gerçeği görmek arasında çok ince bir çizgi var. Evet, bunu da bibi’den öğrendim.

Keşke maskeli balolar var ya, hani her gün o balodayız, her gece o baloyu yaşıyor, tüm hayatımızı o baloda geçiriyoruz ya, işte bi farklılık yaratsak, geleneği bozsak, şöyle maskesiz bir balo planlasak, afişlerini ben düzenlesem, panolara asılsa, duyurular yapılsa, öğrencilere yüzde 25 indirimli olsa, herkes ailece o baloya gelse, girişteki tek kural ise baloya gireceklerin maskelerini çıkarmaları olsa, kelebek etkisindeki gibi, küçük bir hareket tüm yaşamı değiştirir belki? Hadi canım, o kadar da değil, deyip de benim sinir kat sayımı yükseltmeyin; illerim titriyor, kendimi gül kolonyasına veriyorum sonra.

Gül demişken, aklıma yine o adam geldi. Neyse yorum yapmayacağım.


Aklıma gelmişken:
Bence eşeğin de seçme ve seçilme hakkı olmalı.
Bir düşünün; şu mecliste bizi temsil edecek eşek bir milletvekilinden daha doğal ne olabilir ki?
Beceremez mi?
Belediyeden 700 YTL maaş almasını biliyor ama?
Ya bi' git gözünü seveyim.

Cumartesi, Mayıs 05, 2007

37°55′ N 40°13′ E

İniş takımlarım açılmıyor yine. İnmek zorunda kalmak kadar sinir bozucu başka bir şey varsa o da iniş takımlarının açılmıyor olmasıdır, kanaatimce. Uçmak apayrı bir zevk, değil mi? Bundan bahsedip ağız sulandırmak istemem; amaç da o değil zaten. Bilinmesi gereken ve mümkünse bir daha yapılmaması gereken birkaç şeyden bahsetmeli biraz. Yoksa her şey çığırından çıkacak gibi. Düşmek yeterince can sıkıyorken, inebileceğim doğru dürüst bir yer bile yokken, özellikle iniş takımlarım açılmıyorken... Bu kadar karmaşanın içinde, hareket ettikçe biraz daha dibe batıyorum ve yanımda yatan insan yastıkla beni boğamayacak kadar sevgi dolu. Bunu bir ara düzelmek gerek. Resmen can çekişiyorum, silahı şakağıma dayayıp çeksene tetiği!? Bir işe kalkışmadan önce iyice düşünmek lazım bazı şeyleri. Rüyamda seri bir katildim mesela. Birkaç insanı zevkle öldürdüm. İçimde bir katil var, surpriseeeeee, benimle sakın sevişmeyin.

Hala havadayım, evet. Nasılsa öyle ya da böyle düşeceğim. Hala havadayken, uçuyor olmanın keyfini çıkarmanın daha doğru olacağına kanaat getirdim. Zaten sağolsun yer çekiminden dolayı her saniye biraz daha hızlanıyorum. Bu da, doğal olarak yere her saniye biraz daha hızlı çarpacağım anlamına geliyor. Karışık cümleler kurmayı sevmiyorum; çünkü kuramayacak kadar beceriksizim. Düştükten sonra bana ne olacağını kestirmek gerekirse, sanırım birkaçmilyon parçaya bölüneceğim. Belki de zemin fazlasıyla yumuşaktır. Hiç durmadan ömrüm boyunca batmaya başlarım. Dünya’nın dibi varsa sonunda altından çıkar uzaya fırlarım. Orada düşsem de bir şey olmaz. Nerden mi biliyorum? Elbette uzaya gittim.

Bana çıkardığın en iyi oyunu söyle, sana bunun doğru olup olmadığını söyleyeyim. Her oyunun kendine göre kuralları varken, tüm kuralları adın gibi iyi biliyorken, seni, oyun ne olursa olsun kimse kandıramaz. Bunu bana bibi öğretti. Anlattığı her masalda bir oyun, her oyunda da kurallar vardı. Ve kahramanlar bu kuralların hepsine uymak zorundaydı. Bir kural çiğnendiğinde, o oyun doğru oyun olmaktan çıkar, kahramanın kendi için yarattığı başka bir oyuna dönüşürdü. Böyle şeyleri hiç sevmedim. Elbette insanın kendine göre kuralları olmalı. Ama sadece kendine göre. Sen ki koca masalın kahramanısın. Sorumlulukların var. Affedersin, ne diye yavşaklık edip oyunu bozmaya kalkarsın. Kuralına göre oynamanın göründüğü kadar sıkıcı olmadığını düşünüyorum. Kendimce çok haklı yanlarım var; çünkü beni bibi büyüttü. Kahraman kim olursa olsun, oynadığı oyun ne olursa olsun, kurallar varken, hiçbir kahraman bunu değiştiremez, keyfine göre iş yapamaz. Masal dünyasında bile hak ve hukuk var! Benimde kendime göre özelliklerim var, hatta insanlık için gerekirse savaşabilecek kadar potansiyel enerjiye sahibim ama bunu kendi çıkarlarım için kullanıp oyunun içine etmiyorum mesela? Bu konu da neden bu kadar sakinim, onu da çözebilmiş değilim. Objektif olmaya çalışıyorum, deniyorum, deniyorum, hatta abartıp bir daha deniyorum ama elde olan tek şey kuralları çiğnenmiş, ukala kahramanlar tarafından keyfe göre bozulmuş, garantisi yarım asır önce bitmiş oyunlar var. Alsan alınmaz, satsan satılmaz.

*Uçan bisiklet yapsınlar mesela,
düşerken arka tekerleği kaldırmak kolay olur.

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Gizmo, piliskambek.

Sadece kötü bir gece geçirdim. Bu gecenin diğer gecelerden tek farkı buydu. Çok önemli bir şey değil, büyütmemek lazım. Partiden tek başıma evime dönerken, kafamın içinde çürümeye terkedilmiş koca kulaklı, 4 parmaklı yosun kokan düzinelerce dae birden canlanıverdi, ne yapacağımı, onlara ne cevap vereceğimi şaşırdım. Ama çok da önemli bir şey değil, dedim ya, büyütmemek lazım. Hep böyle miydim, bilmiyorum. Bilmemek bazen can sıkabiliyor, bazen de insanı fazlasıyla rahatlatıyor. Bilmemek, insan için başka bir kaçış yolu, başka bir durak olabiliyor. Ne yapmanın gerektiğini bilmemek, evet, tam olarak pembe popolu orangutanlar gibi. Ama olsun, her şey güzel görünecek, estetik olacak diye bir şey yok. Ki öyle olsaydı, senin de varlığından bahsedemeyecektik. Kırılma canım, sadece takılıyorum. Senin varlığından bahsetmeyi elbette çok seviyorum. Tabii bu, senin hakkında söylediğim şeylerin gerçek olmadığı anlamına gelmiyor. Evet, bazen seni binlerce parçaya bölebiliyorum, o da benim yeteneğim, o da beni ben yapan özel bir kaç şeyden biri.

Pembelikten bahsetmişken, pamukşeker çekmez mi canım, bi koşu gider alırım da, sabahın beşinde hangi pisikopat pamukşeker arabasıyla bizim sokaktan geçer ki? Böyle bir ihtimal vardıysa bile, geçeceği o sokak kesinlikle bizim sokak değildi, 7 yıl yerinde servis güvencesiyle garanti veririm. Cevabını bildiğim soruları neden sorarım bilmem. Usanmaz, arlanmaz adamın tekiyim. En başta dedim ben, çok da önemli bir şey değil, sadece sorulmak için sorulmuş bir soru, üstelik cevap vermek zorunda da degilsin, soru kendisiye birlikte promosyon olarak cevabını da yanında getiriyor. Fatih'in dediği gibi, bana böyle sorularla gelmeyin.

Fatih demişken, bir istanbuldur dillere dolanmış... Fatih bu şehri fethederken, bundan 500 yıl sonra şehrin koca bir köye dönüşebileceğine ihtimal vermiş miydi acaba? Vermişse, bunu görebilmişse, bu ne ileri görüşlülüktür, bu ne nostradamusumsu bir harekettir, aman yarabbim. Bakınız yine aynı şeyi yaptım. Bızzzzt!

Google reklamları kabusum oldu, rüyalarıma giriyor. Beni köşeye sıkıştırıp, tıkla bana, para kazanmam lazım, tıkla bana, ortamdan ortama akmam lazım, bir çok hatun beni bekliyor, buradan gelen parayla gidip onlara tıklamam lazım, hammerlimuzin tarzinda arabalarda tur atıp artislik yapmam lazım derken ellerinden kaçıp kurtuluyorum, sonra bir solukta uyanıyorum. Kan ter içindeyim, fazlasıyla endişeliyim. Ki bu pek de yeni bir şey sayılmaz, o yüzden bunun sersemliğini üzerimden kısa sürede atıyorum. Uyumak, yapmam gereken en son şeyken, lütfen telefonlarımızı titreşime alalım, uyumaya gidiyorum.

Ayrıca,
astaral ya da değil,
ben her şekilde seyahat etmesini bilirim.
Evet,
babandan da nefret ediyorum.

Çarşamba, Mayıs 02, 2007

Reziltal, aha!

Bazen oluyor, bazen olmuyor. Bir düzensizlik, tertipsizlik, bir istikrarsızlık var ama, dur bakalım, belki düzelir, öyle ya da böyle, Tanrı çocuklarını seviyor.

Sevgi derken, sandığımız türde değil, çok daha başka. Filmlerde bahsedilen sevgilerden de değil, sevmek ile sevmemek arasında gidip gelirken, hani bazen olur, bazen olmaz dediğimiz sevgi. Böyle yersiz, böyle birazcık, hani böyle bir anda saçmasapan cümleler kurmamıza sebep olan türden bir his. his derken, bildiğimiz türden değil, hani yapış yapış, biraz ıslak, biraz vıcık vıcık. Bu duyguyu hissedebilmenin bir maharet olduğu konusunda genel bir kamuoyu oluşmuşken, aksini iddia etmek için düzinelerce redbull tüketmenin bir manası olmadığını, herkesin önünde, özellikle de senin önünde açıklamak istiyorum. Beceriksizlikten dolayı vazgeçmek değil bu, yaşayan hiçbir canlının -sen de dahil- bunu değiştiremeyeceğini kendine inandırmış birinin yeşil koltuğuna uzanıp kavuştuğu kutsal rahatlık. Ben dedim sana, her şeyin bir açıkmalası vardır, diye. Öyle de oldu, değil mi?

Şaşırtıcı derecede sıkıntılıyım. Başımı koyduğum yastığın bana bundan 7 milyon japon yılı önceden kalma bir nefreti, bir kini varmış gibi. Hiç rahat değil, uyutmuyor beni. Yatağımsa aştı artık bazı şeyleri, attı at gözlüklerini, geçti çinlisini, işkencesini. Atom bombasının daha iyisini bulmuş piskopat bir profesörün davrandığı gibi davnıyor bana. Nasıl mı? Piskopatça. Aldığım nefes bile bayıyor bazen. Huzursuzluk sinmiş samanyolunu çizdiğim tavanıma. Damla damla dökülüyor üstüme. Klavyemin tuşları mesela, bastığım her tuşun ayrı bir hikayesi var benimle ilgili. Her tuş ayrı ayrı nefret ediyor benden. Her harfle başlayan ayrı ayrı kötü olayların sorumlusuyum ben. Kendini suçlamak istiyorsan önce bana gel. Sana Tanrı'nın bile yapamayacağı şeyleri öğreteyim.

Bir şeyi anlatmaya çalışıp da bunu beceremeyen tanıdığım tüm diğer insanlar gibi, ben de, kahretsin, bunu beceremiyorum. Bazı şeyler için kendini suçlamayı ayrı bir keyf olarak gören bendeniz, bu konuda kendini suçlamayı hiç düşünmüyor. Dedim ben, her şeyi benden beklemeyiniz, ben sadece bitap insanlar kabilesinin kurucularından biriyim. Ayrıca kim demiş, kuzulardan fino olmaz, diye?

Geçenlerde bir yerde okudum. 17 milyon yoksul varmış bu ülkede. Yalan. 70 milyonu da yoksul. 70 milyonu da bir şeylerin yokluğunu, eksikliğini yaşıyor. Ve benim de içimde bir şeylerin eksikliği, bir şeylerin yokluğu var. Çok ciddiyim, nedir enteresan olan? Gerekirse ulusal gazete de bile yayımlayabilirim bunu. Her neyse, kapatalım bu konuyu.

What's that...? (I may be paranoid, but no android)