Salı, Mayıs 29, 2007
Cumartesi, Mayıs 26, 2007
Kara simsek down!
Yeşil ışıkta geçmek ile kırmızı ışıkta geçmek arasındaki tek fark bunları yaparken hissettiğimiz o duygu. Renklerin bir önemi yok; ona bakarken, onunla ilgili bir şey yaparken ne hissettiğimizin önemi var. Kırmızı ışıkta geçerken acayip bir duygu seline kapılıyorum mesela. Heyecanlanıyorum, amanın yakalancam şimdi gibisinden tepkiler veriyorum, polis var mı polis var mı tarzı kendi kendime sorular yöneltiyorum, aniden bir araba çıksa geberir miyim, hadi gebermesem de gebertir miyim, hadi ikisi de olmadı diyelim, sakat bırakır mıyım gibi sorular o an aklımı çok kurcalıyor. Yeşil ışıkta geçerken hiçbir şey düşünmüyorum. Sadece geçiyorum. Bir işi yaparken hiçbir şey hissetmemek, yaptığın işin üzerinde etki bırakmadığını, sadece yapmak için yaptığını görmek, ve buna rağmen yapmak ne kadar da anlamsız, ne kadar da null. Yeşil ışık sadece bir örnekti, yaptığımız bazı şeylerin bizim için ne kadar boş olsa da, bunu yapmaya devam ettiğimizden yakınıyorum. İnsanlık adına üzücü şeyler bunlar. Bunu durdurmak için, her şeyi anlamlı hale dönüştürmek için kıçımı yırtsam da elimden bi halt gelmeyeceğini bile bile yazıyorum, bile bile buradayım ya, kendimle çelişiyorum, kimsenin ikaz ettiği yok. Mecbur kalmadığımız sürece bunu yapmamalıyız. Her neyse, hava nedense kötüleşti bugün.
Say say my playmate
wont you lay hands on me
mirror my lady
transfer my tragedy*
zeth'e gelsin ^^
Cuma, Mayıs 25, 2007
Mr. Mega ton
Aklıma gelmişken, şu “starbuck”, “kara” yani, hani battlestar galactica’da oynayan yüzbaşı, ya da her neyse artık. O dizideki o kadar hatunun içinde beni etkileyebilen tek hatunun o olması bir süredir aklımı karıştırmakta. Acayip çekici geliyor. Farkındayım, bundan sana ne? Benim meraklandığım konu, o kadının, o gemide, demir yığınlarını yok etmeye çalışırken, ordaki diğer tüm erkek asker kesiminden daha güçlü olmak için elinden geleni yapmaya, sert olmaya çalışırken, yeri geldiğinde, nasıl oluyor da kadınlığını bu kadar iyi ortaya çıkarabiliyor, anlayamıyorum. Bir kadın hem öyle davranıp, hem de yeri geldiğinde nasıl böyle olabilir, kafam almıyor. Çok acayip, çok farklı, çok çekici, çok. Ateşim söndü, gidip taze poğaça, çörek ve gazete mi alıp, yeni güne, 24 saattir uyumamış ve bitkin bir şekilde başlayabilirim. Saygılar. Aduuken, aduuukeen, oorrryukkeeen. Caf caf caf.
CAF CAF ADUKEN
ADUKEN ADUKEN ADUKEN
OORRYUKEEEEN
CAF CAF ORRRYUKKEEN
ADUKEN
PETPETRUUUKEEEN
AADUUKEEN
Hehehe, özlemişim be.
Salı, Mayıs 22, 2007
istersem uçabilirim.
Bitti. Vallahi, bitti. Böylece bu da biter. Kullanıp atıyorum seni. İşim bitti seninle, amacıma ulaştım, her şey sona erdi benim için; bir önemin kalmadı. Mümkün olduğunca, en azından birkaç gün senden uzak durmaya çalışacağım. Beni arama, telefonlarına çıkmayacağım. Ahaha öyleyimdir, n’olmuş yani?
Ooo Young liars,
Ooo Young liars,
Thank you for taking my hands
Pazar, Mayıs 20, 2007
bacaksiz, yine mi sen?
Cuma, Mayıs 18, 2007
Perşembe, Mayıs 17, 2007
Öyle mi görünüyorum?
Hayır, öyle davranıyorsun.
Bir at nalı nasıl davranır?
Senin gibi.
Ben nasıl davranıyorum?
Bir at nalı gibi.
Peki, ya sen?
Ben ne?
Sen… şey.. tencere kapağı?
Ne? Ahaha.
yeni farkettim; özlemişim seni ++
Pazar, Mayıs 13, 2007
blue & red jelly beans
Hakkını yememem gereken bir şey daha var : Lucid Dreaming. Uzaylı olmak kadar keyif verici diğer bir şey de Lucid dreaming modunda olmak. İnsanın beyninde oluşan, bilimsel olarak açıklanmış olsa da hala ne olduğunu bir türlü anlayamadığımız rüyaların o an içinde bulunurken, bunların tümümün bilincine varmak ve yaşadığı anın rüya olduğunu bilebilmek, bu nedenle ne yaparsa yapsın özgürleşeceğini, kanatlanıp uçabileceğini, suyun dibinde nefes alabileceğini ve bilumum eksantrik aktiviteyi yapabileceğini görebilmek, hissedebilmek kadar güzel başka bir şey var mıdır? Kısa keselim; yoktur.
Yalan söyledim, düşmeyin hemen; kesin vardır. Sen varsın mesela. Uzaylı da olsam, yarı insanım ve doğal olarak çok zayıf yanlarım var, yeri geldi mi çok duygusal olabilmek gibi...
Devamı gelir tabii, elbet.
Şimdilik bu kadar beyin karmaşası kafi.
Ben de yorulabiliyorum bazen, ne var?
Çarşamba, Mayıs 09, 2007
Yavanna
Daha doğarken kaybettik, duyurulur. Alt yazı geçmeyi sevmem ama, gerekirse onu da yaparım, hiç sorun değil. İnsanlık için yaptığım en son şeyin, plastik şişelerle cam şişeleri ayrı çöp kutularına atmak olduğunu da belirtmek isterim. Kısaca bu duyurunun kıymetini biliniz, humanist olmadığım halde –aksine öyle olduğumu söylerler-, bunu açıklayarak büyük bir şey yapıyorum, bu gerçeği bir köşeye atıp, hayatıma devam edip, hiçbir şeyi umursamadan baaab maaaarrrli dinlemeye devam edebilirdim? Di mi? Di.
*Burdan dayıma, amcama, adını zeytin koyduğum ailemizin yeni uyesi yavru kediye, fransada veyahut italyada olabileceğini düşündüğüm ruh ikizime, geçmişte sevişip şimdi yüzünü bile hatırlayamadığım diğer tüm kadınlara, ayrıca sana, bir de tanımadığı halde bana patlamış mısır ısmarlayıp 15 dakika da olsa güzel bir muhabbet hediye eden o tatlı kıza -adını gerçekten bilmiyorum-, ve son olarak dünyanın en yardımsever insanı, hayat koçum anneme selamlar, sevgiler, wow, bitti!? Nasıl olur lan, ahaha.
Pazartesi, Mayıs 07, 2007
turn to iman
Onu suçlamaktan vazgeç, bazı şeyler böyledir, olacağı varsa olur, buna engel olamazsın, diye söyleniyor diğerleri. Onları dinlemiyorum. O kadar güçlü değilim ki ben? Zaten kim o kadar güçlü ki?
Aklıma gelmişken:
Bence eşeğin de seçme ve seçilme hakkı olmalı.
Bir düşünün; şu mecliste bizi temsil edecek eşek bir milletvekilinden daha doğal ne olabilir ki?
Beceremez mi?
Belediyeden 700 YTL maaş almasını biliyor ama?
Ya bi' git gözünü seveyim.
Cumartesi, Mayıs 05, 2007
37°55′ N 40°13′ E
İniş takımlarım açılmıyor yine. İnmek zorunda kalmak kadar sinir bozucu başka bir şey varsa o da iniş takımlarının açılmıyor olmasıdır, kanaatimce. Uçmak apayrı bir zevk, değil mi? Bundan bahsedip ağız sulandırmak istemem; amaç da o değil zaten. Bilinmesi gereken ve mümkünse bir daha yapılmaması gereken birkaç şeyden bahsetmeli biraz. Yoksa her şey çığırından çıkacak gibi. Düşmek yeterince can sıkıyorken, inebileceğim doğru dürüst bir yer bile yokken, özellikle iniş takımlarım açılmıyorken... Bu kadar karmaşanın içinde, hareket ettikçe biraz daha dibe batıyorum ve yanımda yatan insan yastıkla beni boğamayacak kadar sevgi dolu. Bunu bir ara düzelmek gerek. Resmen can çekişiyorum, silahı şakağıma dayayıp çeksene tetiği!? Bir işe kalkışmadan önce iyice düşünmek lazım bazı şeyleri. Rüyamda seri bir katildim mesela. Birkaç insanı zevkle öldürdüm. İçimde bir katil var, surpriseeeeee, benimle sakın sevişmeyin.
Hala havadayım, evet. Nasılsa öyle ya da böyle düşeceğim. Hala havadayken, uçuyor olmanın keyfini çıkarmanın daha doğru olacağına kanaat getirdim. Zaten sağolsun yer çekiminden dolayı her saniye biraz daha hızlanıyorum. Bu da, doğal olarak yere her saniye biraz daha hızlı çarpacağım anlamına geliyor. Karışık cümleler kurmayı sevmiyorum; çünkü kuramayacak kadar beceriksizim. Düştükten sonra bana ne olacağını kestirmek gerekirse, sanırım birkaçmilyon parçaya bölüneceğim. Belki de zemin fazlasıyla yumuşaktır. Hiç durmadan ömrüm boyunca batmaya başlarım. Dünya’nın dibi varsa sonunda altından çıkar uzaya fırlarım. Orada düşsem de bir şey olmaz. Nerden mi biliyorum? Elbette uzaya gittim.
Bana çıkardığın en iyi oyunu söyle, sana bunun doğru olup olmadığını söyleyeyim. Her oyunun kendine göre kuralları varken, tüm kuralları adın gibi iyi biliyorken, seni, oyun ne olursa olsun kimse kandıramaz. Bunu bana bibi öğretti. Anlattığı her masalda bir oyun, her oyunda da kurallar vardı. Ve kahramanlar bu kuralların hepsine uymak zorundaydı. Bir kural çiğnendiğinde, o oyun doğru oyun olmaktan çıkar, kahramanın kendi için yarattığı başka bir oyuna dönüşürdü. Böyle şeyleri hiç sevmedim. Elbette insanın kendine göre kuralları olmalı. Ama sadece kendine göre. Sen ki koca masalın kahramanısın. Sorumlulukların var. Affedersin, ne diye yavşaklık edip oyunu bozmaya kalkarsın. Kuralına göre oynamanın göründüğü kadar sıkıcı olmadığını düşünüyorum. Kendimce çok haklı yanlarım var; çünkü beni bibi büyüttü. Kahraman kim olursa olsun, oynadığı oyun ne olursa olsun, kurallar varken, hiçbir kahraman bunu değiştiremez, keyfine göre iş yapamaz. Masal dünyasında bile hak ve hukuk var! Benimde kendime göre özelliklerim var, hatta insanlık için gerekirse savaşabilecek kadar potansiyel enerjiye sahibim ama bunu kendi çıkarlarım için kullanıp oyunun içine etmiyorum mesela? Bu konu da neden bu kadar sakinim, onu da çözebilmiş değilim. Objektif olmaya çalışıyorum, deniyorum, deniyorum, hatta abartıp bir daha deniyorum ama elde olan tek şey kuralları çiğnenmiş, ukala kahramanlar tarafından keyfe göre bozulmuş, garantisi yarım asır önce bitmiş oyunlar var. Alsan alınmaz, satsan satılmaz.
*Uçan bisiklet yapsınlar mesela,
düşerken arka tekerleği kaldırmak kolay olur.
Perşembe, Mayıs 03, 2007
Gizmo, piliskambek.
Pembelikten bahsetmişken, pamukşeker çekmez mi canım, bi koşu gider alırım da, sabahın beşinde hangi pisikopat pamukşeker arabasıyla bizim sokaktan geçer ki? Böyle bir ihtimal vardıysa bile, geçeceği o sokak kesinlikle bizim sokak değildi, 7 yıl yerinde servis güvencesiyle garanti veririm. Cevabını bildiğim soruları neden sorarım bilmem. Usanmaz, arlanmaz adamın tekiyim. En başta dedim ben, çok da önemli bir şey değil, sadece sorulmak için sorulmuş bir soru, üstelik cevap vermek zorunda da degilsin, soru kendisiye birlikte promosyon olarak cevabını da yanında getiriyor. Fatih'in dediği gibi, bana böyle sorularla gelmeyin.
Fatih demişken, bir istanbuldur dillere dolanmış... Fatih bu şehri fethederken, bundan 500 yıl sonra şehrin koca bir köye dönüşebileceğine ihtimal vermiş miydi acaba? Vermişse, bunu görebilmişse, bu ne ileri görüşlülüktür, bu ne nostradamusumsu bir harekettir, aman yarabbim. Bakınız yine aynı şeyi yaptım. Bızzzzt!
Google reklamları kabusum oldu, rüyalarıma giriyor. Beni köşeye sıkıştırıp, tıkla bana, para kazanmam lazım, tıkla bana, ortamdan ortama akmam lazım, bir çok hatun beni bekliyor, buradan gelen parayla gidip onlara tıklamam lazım, hammerlimuzin tarzinda arabalarda tur atıp artislik yapmam lazım derken ellerinden kaçıp kurtuluyorum, sonra bir solukta uyanıyorum. Kan ter içindeyim, fazlasıyla endişeliyim. Ki bu pek de yeni bir şey sayılmaz, o yüzden bunun sersemliğini üzerimden kısa sürede atıyorum. Uyumak, yapmam gereken en son şeyken, lütfen telefonlarımızı titreşime alalım, uyumaya gidiyorum.
Ayrıca,
astaral ya da değil,
ben her şekilde seyahat etmesini bilirim.
Evet,
babandan da nefret ediyorum.
Çarşamba, Mayıs 02, 2007
Reziltal, aha!
Sevgi derken, sandığımız türde değil, çok daha başka. Filmlerde bahsedilen sevgilerden de değil, sevmek ile sevmemek arasında gidip gelirken, hani bazen olur, bazen olmaz dediğimiz sevgi. Böyle yersiz, böyle birazcık, hani böyle bir anda saçmasapan cümleler kurmamıza sebep olan türden bir his. his derken, bildiğimiz türden değil, hani yapış yapış, biraz ıslak, biraz vıcık vıcık. Bu duyguyu hissedebilmenin bir maharet olduğu konusunda genel bir kamuoyu oluşmuşken, aksini iddia etmek için düzinelerce redbull tüketmenin bir manası olmadığını, herkesin önünde, özellikle de senin önünde açıklamak istiyorum. Beceriksizlikten dolayı vazgeçmek değil bu, yaşayan hiçbir canlının -sen de dahil- bunu değiştiremeyeceğini kendine inandırmış birinin yeşil koltuğuna uzanıp kavuştuğu kutsal rahatlık. Ben dedim sana, her şeyin bir açıkmalası vardır, diye. Öyle de oldu, değil mi?
Şaşırtıcı derecede sıkıntılıyım. Başımı koyduğum yastığın bana bundan 7 milyon japon yılı önceden kalma bir nefreti, bir kini varmış gibi. Hiç rahat değil, uyutmuyor beni. Yatağımsa aştı artık bazı şeyleri, attı at gözlüklerini, geçti çinlisini, işkencesini. Atom bombasının daha iyisini bulmuş piskopat bir profesörün davrandığı gibi davnıyor bana. Nasıl mı? Piskopatça. Aldığım nefes bile bayıyor bazen. Huzursuzluk sinmiş samanyolunu çizdiğim tavanıma. Damla damla dökülüyor üstüme. Klavyemin tuşları mesela, bastığım her tuşun ayrı bir hikayesi var benimle ilgili. Her tuş ayrı ayrı nefret ediyor benden. Her harfle başlayan ayrı ayrı kötü olayların sorumlusuyum ben. Kendini suçlamak istiyorsan önce bana gel. Sana Tanrı'nın bile yapamayacağı şeyleri öğreteyim.
Bir şeyi anlatmaya çalışıp da bunu beceremeyen tanıdığım tüm diğer insanlar gibi, ben de, kahretsin, bunu beceremiyorum. Bazı şeyler için kendini suçlamayı ayrı bir keyf olarak gören bendeniz, bu konuda kendini suçlamayı hiç düşünmüyor. Dedim ben, her şeyi benden beklemeyiniz, ben sadece bitap insanlar kabilesinin kurucularından biriyim. Ayrıca kim demiş, kuzulardan fino olmaz, diye?
Geçenlerde bir yerde okudum. 17 milyon yoksul varmış bu ülkede. Yalan. 70 milyonu da yoksul. 70 milyonu da bir şeylerin yokluğunu, eksikliğini yaşıyor. Ve benim de içimde bir şeylerin eksikliği, bir şeylerin yokluğu var. Çok ciddiyim, nedir enteresan olan? Gerekirse ulusal gazete de bile yayımlayabilirim bunu. Her neyse, kapatalım bu konuyu.
What's that...? (I may be paranoid, but no android)