Perşembe, Ağustos 30, 2007
Pazar, Ağustos 26, 2007
Ben dedim sana, yapma, diye.
İsmini baştan sona ezberlemeye çalışıyorum, bir bakıyorum zaman daha yavaş akıyor, ağır çekimde ilerliyor sana olan sevgim, ağlamaklı oluyor içimde bir şeyler, göz yaşı döküyorum, döküyorum ama ağır, hiç düşmüyor yere. Elimi cebime atıyorum, kontrol ediyorum kalbimi, bıraktığım yerde duruyor, biraz ıslak, biraz kırmızı, biraz durgun eski halinden. Sonra arkama bakmadan ilerliyorum, bakmanın anlamı yok, nasıl olsa sen yoksun orada, diyorum.
Sana kelebekler biriktiriyorum bin bir renkten, onları kovalar, yorulunca atarız kendimizi çimlere, gülüşmeye başlarız diye. Şimdilerde silik bir renkten hayat, soluk bir gökyüzü var tepemizde. O akşamı hatırlıyor musun bilmiyorum, ölü numarası yapmış, ateş böceklerini bile endişelendirmiştin hani? O gün içimi öyle bir yaktın, yüreğime öyle bir korku getirdin ki, anlatamam. Şimdilerde gerçek her şey, ateş böcekleri bile sönük, içimdeki korku gitti, yerini başka şeyler aldı, daha da acıtan, daha da yıkıcı… Yenileyemedim bir türlü kendimi, hala yıkık, hala darmadağınım. Ben dedim sana, yapma, diye. Hiç dinlemedin beni. Sen sadece öpüşürken dinlerdin beni. Gözlerini kapat, derdim. Yüzünde bir tebessüm oluşurdu. Sonra kapardın gözlerini. Yaramaz bir kız çocuğu gibiydin hep. Yaptın yine yapacağını. Ben dedim sana, yapma, diye. Dinlemedin.

Cuma, Ağustos 24, 2007
Senin gibi...

Sanki şiirini bilmediğim bir fransız akşamında
kaldırım taşlarını sayıyorum kalbimin…
İçinde ayak izlerin,
aylak bir yaz geçiyor avuçlarımdan…
Yine dönüyor başım,
Yine dönüyorum.
Hayal sanki her şey,
Ya da
Benim.
Ve ben ne zaman kiminle sevişsem
Hala seni aldatıyorum.
İliklerimdeki yitik aşkı
Sarhoş bir unutkanlığa ilikliyorum.
Senin gibi,
Sayfalar boyunca...
Pazartesi, Ağustos 20, 2007
Perşembe, Ağustos 16, 2007
Bir adı var şimdi...


Sıkıldım. Bir değişiklik olsun diye çıktım dışarı. İnsanların arasına karışmak istedim. Aynanın karşısına geçip bende seni görmekten bıkmış usanmıştım artık. Farklı bir yüz, farklı bir mekan, kaldırımlar, telefon kulübeleri, hemen köşe başındaki seninle arada bir uğradığımız portakallı kek yapan o pastane -tadı kaçmış o kekin, içine senden koymayı unutmuşlar-, dost canlısı siyah kedi, yanından her geçişimde selam vermeyi eksik etmeyen manav –yüzü asık, meyvelerinin rengi kaçmış, soluk soluk, kimse de almıyor artık- biraz ilerde kitapçımız var, yanına geliyorum, camekandaki tüm kitapların kapağında senin adın var, her kitabın üstünde senin resmin, içeri giriyorum, bir kitap alıp arkasını okuyorum, özgeçmişin yazıyor, içinde ben yokum, benden bahsetmemişler, kızıyorum, kızıyorum ama, kitabı satın almaktan da kendimi alamıyorum, çıkıyorum dışarı, tekrar pastaneye dönüyorum, bir kahve istiyorum, her zamankinden olmasın, diyorum adama; artık portakallı kek istemiyorum. Başlıyorum okumaya seni, her sayfada senden bahsediyor, bahsedilen her şeyi önceden biliyorum, sanki binlerce kez bu kitabı okumuş gibiyim, ezberlemişim, bir sonraki sayfada ne olacağını tahmin edebiliyorum, ama okumaktan da kendimi alamıyorum, hava kararana kadar okuyup bitiriyorum seni, benim için eksilen bir şey yok, eklenen bir şey yok, eee, diyorum, sen olmadıkça, her kitap sana yazılacaksa, her kapı sana açılacaksa, her yol sana çıkacaksa, peki ben ne yapacağım?
Kitabı orada bırakıp çıkıyorum dışarı, her yüzde seni görmeye başlıyorum, kendimi caddeye atıyorum, dizlerimin üstüne çöküyorum, yol hala ıslak, bekliyorum sana gelmeyi, bekliyorum bekliyorum, geçmiyor hiç kimse üstümden, hiç kimse çarpıp kaçmıyor bana, sensizlikle her dakika eziliyorum ama, sana gelmek istediğim zaman kimse ezmiyor beni, bir türlü gelemiyorum.

Gittiğin günden beri bir adresim yok senin gibi.. Ben de seninle birlikte silindim sanki. Yokluğunun bir adı var şimdi, herkese ismini veriyorum. Eğer bir gün gelebilirsem sana, mektupları da yanımda getireceğim, okuyup şaşıracaksın, biliyorum; çünkü orada bir yerde sen de aynı şeyleri yaşıyorsun, hissedebiliyorum...
Salı, Ağustos 14, 2007
The Story & Mariarosy.
Bir şey anlatmak için uğraşmayacağım. Anlaşılır olmaya çalışmak kadar zor bir şey yoktur. İçimden ne geliyorsa yazmayı seven bir varlık olduğum için kendimden bi hayli memnun biriyim. Şimdi söyleyeceklerim bir çoğunuzu ilgilendirmeyecek, bir çoğunuza da saçma gelecek. Bu yazıyı en başta es geçip, bu yazıyı okumakla harcayacağınız 10 dakikayı başka şeylerle değerlendirmenizi tavsiye ederim. Beni dinlemeyi sevmezsiniz, bilirim. O yüzden blöf yapıyorum. Bu yazı ne kadar okunursa, o kadar karmaşık gelecektir. Ne kadar karmaşık gelirse, kimilerine göre o kadar ilgi çekici, kimilerine göre sır dolu, kimilerine göreyse sıkıcı gelecektir. Sıkıcı gelecek gruba şunu söyleyebilirim : Blöf falan yapmıyorum, gerçekten bu yazıyı okurken sıkılacak, “ne diyor bu be?” gibisinden tepkiler vereceksiniz, adım gibi biliyorum. Her neyse “İçerde köpek var!” ya da “Yalnız girmeyin!” gibisinden ‘tırstırıcı’ bir uyarı yaptığım için üzgün olduğumu da belirtmek isterim. Oysa ki, yazdığım hiçbir yazıda böyle acayip şeyler söylemem. Bu ilk oluyor, mazur görün.
Yeni asfaltlanmış yolda sandaletlerimle yürürken, eriyen tek şeyin sandaletimin dibinin olmadığını fark etmiştim. Bir yanık kokusu vardı, evet. Dolabını ve güzelim gökkuşağıyla donatılmış perdelerini ateşe veren biri olarak söylüyorum ki, bu koku farklıydı. Burnumun kokuya karşı çok duyarlı olduğunu daha çocuk yaşta fark ettim. O dönem meraktan olsa gerek, her şeye dokunur, dokunduğum ya da dokunmaya çekindiğim her şeyi uzaktan uzaktan koklar, ne olduğunu anlamaya çalışırdım. Bu nedenle bir süreden sonra koku alma duyumun diğer insanlara oranla daha da geliştiğini fark ettim. Kısaca, eriyen şey sadece sandaletimin dibi değildi. Zaten hiçbir zaman da öyle olmadı. Eriyen diğer şeyin ne olduğunu çok daha sonradan anladım. Yol bitince, yolun sonuna gelince, karşımda görünce hiçliği. “İnsan nasıl görür ki hiçliği?” diye sormadım değil kendime; ama bu soruya verecek cevabım çoktan hazırdı. Daha sorular gelmeden, cevaplarını hazırlamak ve o sorunun gelmesini heyecanla beklemek çok ayrı bir duygu. Milyonlarca farklı duygu var bu dünyada, ben yarısından çoğunu yaşadım. Kalan diğer yarısı bir yerlerde asılı, bir yerlerde gömülü, bin yıllık sandıklarda kilitli, hissedebiliyorum.
Hiçbir şey anlamadınız, değil mi? Hak veriyorum; çünkü hiçbir şey anlatmıyorum. Daha doğrusu anlattığım şeylerle anlaşılır olmaya çalışmıyorum. Anlaşılır olmakla harcayacağım zamanı, birkaç cümle fazla yazmakla değerlendiririm, gibisinden bir felsefe edindim. En azından bu seferlik böyle oldu. Şimdi, kaldığımız yerden devam edersek eğer, öykü şöyle başlıyor : Vakti zamanında, her ağacın kovuğunda bir insan yaşarmış. Yeşeren her ağacın içindeki insanın ruhu da ağaç gibi yeşermeye başlarmış. Yeşeren her ruh, mutlu, huzurlu bir hayat sürermiş. Sonbahar geldiği zaman, yaprak dökümü başlar, tüm ruhlar, kovuğunda yaşadıkları ağaçlar gibi dökülmeye başlarmış. Her yaprak bir anı, her anı bir veda, her veda bir özlem, her özlem dalgın bakışları ardında getirirmiş. O günlerden bir gün, ruhu yaprak dökümünü yaşayan bir adam, çırılçıplak kalmış, kovuğunda yaşadığı ağaç gibi sararmış. Gökyüzüne bakmış, sonbahar rengi. Bulutlar gri. Her yer sarı, kahverengi. Bir bunalmış ki sormayın. Küsmüş her şeye. Tadı kalmamış yaşamın. Beklemiş, beklemiş, beklemiş. Bir türlü gelmemiş ilkbahar. Aksine kış yaklaşmış. Şimdi her yer beyaz, her yer beyaz, her yer beyaz. Soğuk, sessizlik, beyaz. Kovuğunda yaşadığı ağaç artık yorgun düşmüş, dayanamamış bu kötü yaşama, bükmüş boynunu, yavaş yavaş çürümeye başlamış. Artık içine sığmamaya başlamış adamın bedeni, evini, ilkbaharda ruhunu da yeşerten evini terk etmek zorunda kalmış. Gitmiş, gitmiş, gitmiş. Bulamamış kimseyi. Sayısız yok olmuş herkes, ardında bir not bırakmadan kaçmış ilkbahar bir daha dönmemecesine, bir ev aramış kendine, öylesine yokmuş ki herkes, artık o, tüm umudunu yitirmeye başlamış. Güçsüz düşmüş zamanla. Yeşermeyen ruh yaşar mı, sorarım ben size? Yaşamaz. Bükmüş boynunu, yavaş yavaş çürümeye başlamış, ilkbahara hasret, yeşile hasret, kapamış gözlerini, bir not bırakamadan sayısız yok olanlar gibi yok olmuş.
Bir varmış,
artık
sayısız
yokmuş.
Yeni asfaltlanmış yolda sandaletlerimle yürürken, eriyen tek şeyin sandaletimin dibinin olmadığını fark etmiştim. Bir yanık kokusu vardı, evet. Dolabını ve güzelim gökkuşağıyla donatılmış perdelerini ateşe veren biri olarak söylüyorum ki, bu koku farklıydı. Burnumun kokuya karşı çok duyarlı olduğunu daha çocuk yaşta fark ettim. O dönem meraktan olsa gerek, her şeye dokunur, dokunduğum ya da dokunmaya çekindiğim her şeyi uzaktan uzaktan koklar, ne olduğunu anlamaya çalışırdım. Bu nedenle bir süreden sonra koku alma duyumun diğer insanlara oranla daha da geliştiğini fark ettim. Kısaca, eriyen şey sadece sandaletimin dibi değildi. Zaten hiçbir zaman da öyle olmadı. Eriyen diğer şeyin ne olduğunu çok daha sonradan anladım. Yol bitince, yolun sonuna gelince, karşımda görünce hiçliği. “İnsan nasıl görür ki hiçliği?” diye sormadım değil kendime; ama bu soruya verecek cevabım çoktan hazırdı. Daha sorular gelmeden, cevaplarını hazırlamak ve o sorunun gelmesini heyecanla beklemek çok ayrı bir duygu. Milyonlarca farklı duygu var bu dünyada, ben yarısından çoğunu yaşadım. Kalan diğer yarısı bir yerlerde asılı, bir yerlerde gömülü, bin yıllık sandıklarda kilitli, hissedebiliyorum.
Hiçbir şey anlamadınız, değil mi? Hak veriyorum; çünkü hiçbir şey anlatmıyorum. Daha doğrusu anlattığım şeylerle anlaşılır olmaya çalışmıyorum. Anlaşılır olmakla harcayacağım zamanı, birkaç cümle fazla yazmakla değerlendiririm, gibisinden bir felsefe edindim. En azından bu seferlik böyle oldu. Şimdi, kaldığımız yerden devam edersek eğer, öykü şöyle başlıyor : Vakti zamanında, her ağacın kovuğunda bir insan yaşarmış. Yeşeren her ağacın içindeki insanın ruhu da ağaç gibi yeşermeye başlarmış. Yeşeren her ruh, mutlu, huzurlu bir hayat sürermiş. Sonbahar geldiği zaman, yaprak dökümü başlar, tüm ruhlar, kovuğunda yaşadıkları ağaçlar gibi dökülmeye başlarmış. Her yaprak bir anı, her anı bir veda, her veda bir özlem, her özlem dalgın bakışları ardında getirirmiş. O günlerden bir gün, ruhu yaprak dökümünü yaşayan bir adam, çırılçıplak kalmış, kovuğunda yaşadığı ağaç gibi sararmış. Gökyüzüne bakmış, sonbahar rengi. Bulutlar gri. Her yer sarı, kahverengi. Bir bunalmış ki sormayın. Küsmüş her şeye. Tadı kalmamış yaşamın. Beklemiş, beklemiş, beklemiş. Bir türlü gelmemiş ilkbahar. Aksine kış yaklaşmış. Şimdi her yer beyaz, her yer beyaz, her yer beyaz. Soğuk, sessizlik, beyaz. Kovuğunda yaşadığı ağaç artık yorgun düşmüş, dayanamamış bu kötü yaşama, bükmüş boynunu, yavaş yavaş çürümeye başlamış. Artık içine sığmamaya başlamış adamın bedeni, evini, ilkbaharda ruhunu da yeşerten evini terk etmek zorunda kalmış. Gitmiş, gitmiş, gitmiş. Bulamamış kimseyi. Sayısız yok olmuş herkes, ardında bir not bırakmadan kaçmış ilkbahar bir daha dönmemecesine, bir ev aramış kendine, öylesine yokmuş ki herkes, artık o, tüm umudunu yitirmeye başlamış. Güçsüz düşmüş zamanla. Yeşermeyen ruh yaşar mı, sorarım ben size? Yaşamaz. Bükmüş boynunu, yavaş yavaş çürümeye başlamış, ilkbahara hasret, yeşile hasret, kapamış gözlerini, bir not bırakamadan sayısız yok olanlar gibi yok olmuş.
Bir varmış,
artık
sayısız
yokmuş.
Pazar, Ağustos 12, 2007
Aeternum
Hadi, yakalayıp tekrar özgür bırakalım tüm kelebekleri!
Çok yaşa Naxone. Piramitlerin içinde saklambaç oynamak kadar eğlenceli görünüyor bu! Ama önce yapacak çok daha önemli bir işimiz var. Elbette, dünküler kadar eğlenceli olmayacak, üzgünüm. Ve biraz yorucu olabilir, en baştan uyarmalıyım. Her şeyin bir bedeli vardır Naxone. Ölümün bile. O yüzden şikayet etme, olur mu?
İşte, kazma burada. Kürek dedikleri şey de bu. İnsanları gömmek için toprağı kazmayla kazar, kürekle dışarı atarız. Öldükten sonra kokup, hastalık saçmamamız için birileri bedenlerimizi toprağın altına gömer. Gömmek için de –toplu bir mezardan bahsetmiyorsak- bu aletler kullanılır. Kazmak kolay iş değildir tabii ki. Şimdi sana bunların nasıl kullanacağını göstereceğim. Beni dikkatlice izle.
Tamam, yeterince derin. Aferin oğlum. Tahmin ettiğimden çok daha iyi bir iş çıkardın. İyice soluklan. Şimdi gel ve yanıma otur.
Hatırlıyor musun Naxone, güneşli bir Pazar günü seninle balık tutmaya gitmiştik? Saatlerce beklemiştik, 1 balık bile tutmayı becerememiştin. Oysa ki benim kovamda onlarca balık vardı. Oltana bir balığın bile vurmaması ne kadar da enteresandı… Bundan dolayı üzüldüğünü de hiç hatırlamıyorum. Eve dönerken sana, “üzülme evlat, bir dahaki sefere” diyerek seni avutmaya çalışmıştım. Oralı bile olmamıştın. Gülümsüyordun, “Merak etme baba, ben üzülmüyorum” deyip kafanı arabanın camına dayadın. Yüzünde bir tebessüm… Ne kadar da olgun davranıyor, diye geçirdim içimden. Eve döndükten sonra fark etmiştim, meğer yemleri oltanın ucuna takmamışsın, yemlerin hiçbirini kullanmamışsın. Balık tutmak değilmiş amacın, benimle balığa gitmekmiş. O zamanlar bunu anlayamadım. Her çocuk aynıdır, diye düşünüyordum. Yanılmışım. Sen hep farklı oldun. Bak şimdi yine aynı şeyi yapıyorsun. Yüzünde bir tebessüm. Aklındaki şey bambaşka. Birazdan nelerin olacağını anlamış, yeni sırrımızı sindirmeye başlamışsın. Aferin evlat. Sayende bu dünyadan tamamıyla silinerek gitmiyorum. Geride bir iz bırakıyorum. Dünyaya seni bırakıyorum. Benim bir yarım olarak, benden bir parça, benden bir şarkı, benden bir şiir olarak.
İnsanın kendi mezarını oğluna kazdırması kadar delice bir şey olabilir mi? Bunu çocuğun yaşatabilecek insan sayısı kaçtır bu dünyada? Birkaç tane mi? İçlerinden birinin benim babam olduğunu sizlere söyleyebilirim. Bundan 10 sene önce babamın mezarını ben kazdım. Kendi ellerimle gömdüm onu. Geride bir vasiyetname bırakmıştı. “Mezarımı oğluma kazdırın. Beni kendi nefretiyle birlikte gömsün. Bundan sonra beni hep iyi hatırlasın. Ona yaptıklarım için kendimden utanıyorum. Nefret besleyen bir çocuk yetiştirdim. Hiçbir günah bundan daha büyük olamaz. Ona yaptığım kötülüğün kabul edilebilir bir tarafı yok. Özür dilesem bile, beni gömerken özrümü de yanımda gömecek, biliyorum. O yüzden özür dilemek faydasız. Af dilemek ise anlamsız. Beni hiçbir zaman affetmeyecek. Tek dileğim, beni gömerken nefretini de benimle birlikte gömmesi. Bana karşı duyduğu nefret onun güzel ruhunu çürütecek, benim kendi anneme duyduğum nefretin benim ruhumu çürüttüğü gibi. Ben nefretimi içime gömdüm, o benim mezarıma gömsün, ve başarabilirse yeni bir hayata başlasın, ki başarabilir, dünyanın en güçlü çocuğudur o.”
Şimdi de aynı şeyler yaşanıyor. Aradaki tek fark, oğluma nefreti hiç yaşatmadım. O beni seviyor, hiçbir zaman da bu sevgisi azalmayacak. Tanrı’nın bana onu hediye ettiği günden beri her şeyi birlikte yaşadık. Bu yaşına gelene kadar ayrı düştüğümüz gün olmadı. Bir vücut olduk adeta, tek bir beden. Yaşadığımız her şeyi, acıyı, tatlıyı, güzeli, iyiyi, kötüyü, aydınlığı, karanlığı, her şeyi birlikte yaşadık. Tek bir şey kalmıştı benden ona aktarılmayan. Tek bir “giz”. O gün işte bugündür. Bunu da yaşarsak birlikte, ben onun içinde olacağım, o da benim içimde olacak.
Biliyorsun evlat, hastayım. Ne kadar zamanımın kaldığını ben bile bilmiyorum, birkaç gün, belki bir hafta… Ölümü beklemek gibi bir düşüncem yok. O kadar güçsüz değilim hala. Evet, hastalık beni iyice yormuş olabilir. Ama ne olursa olsun, durumu kabullenip bekleyecek biri değilim. Artık zamanının geldiğini düşünüyorum. O bana gelmeden, beni senin içinde ölümsüzleştirerek ona gitmek istiyorum. Bunları söylememe bile gerek yok, beni çok iyi anlıyorsun, biliyorum. Şimdi arabaya dön evlat, gözlerini kapat, balığa gittiğimiz o Pazar gününü düşün. Sandalın nasıl sağa sola sallandığını, balıkların nasılda etrafımızda gezindiğini, suyun berraklığını, gölün içindeki rengarenk taşları… Dönüş yolunu düşün, başını yasladığın camdan dünyayı nasıl izlediğini, o kusursuz manzarayı, içindeki huzuru, bize doymuşluğu düşün. Ama önce aç kollarını, sıkıca sarıl bana. Kokla, doyasıya çek içine…
Şimdi git hadi. Git diyorum, git!
Çok yaşa Naxone. Piramitlerin içinde saklambaç oynamak kadar eğlenceli görünüyor bu! Ama önce yapacak çok daha önemli bir işimiz var. Elbette, dünküler kadar eğlenceli olmayacak, üzgünüm. Ve biraz yorucu olabilir, en baştan uyarmalıyım. Her şeyin bir bedeli vardır Naxone. Ölümün bile. O yüzden şikayet etme, olur mu?
İşte, kazma burada. Kürek dedikleri şey de bu. İnsanları gömmek için toprağı kazmayla kazar, kürekle dışarı atarız. Öldükten sonra kokup, hastalık saçmamamız için birileri bedenlerimizi toprağın altına gömer. Gömmek için de –toplu bir mezardan bahsetmiyorsak- bu aletler kullanılır. Kazmak kolay iş değildir tabii ki. Şimdi sana bunların nasıl kullanacağını göstereceğim. Beni dikkatlice izle.
Tamam, yeterince derin. Aferin oğlum. Tahmin ettiğimden çok daha iyi bir iş çıkardın. İyice soluklan. Şimdi gel ve yanıma otur.
Hatırlıyor musun Naxone, güneşli bir Pazar günü seninle balık tutmaya gitmiştik? Saatlerce beklemiştik, 1 balık bile tutmayı becerememiştin. Oysa ki benim kovamda onlarca balık vardı. Oltana bir balığın bile vurmaması ne kadar da enteresandı… Bundan dolayı üzüldüğünü de hiç hatırlamıyorum. Eve dönerken sana, “üzülme evlat, bir dahaki sefere” diyerek seni avutmaya çalışmıştım. Oralı bile olmamıştın. Gülümsüyordun, “Merak etme baba, ben üzülmüyorum” deyip kafanı arabanın camına dayadın. Yüzünde bir tebessüm… Ne kadar da olgun davranıyor, diye geçirdim içimden. Eve döndükten sonra fark etmiştim, meğer yemleri oltanın ucuna takmamışsın, yemlerin hiçbirini kullanmamışsın. Balık tutmak değilmiş amacın, benimle balığa gitmekmiş. O zamanlar bunu anlayamadım. Her çocuk aynıdır, diye düşünüyordum. Yanılmışım. Sen hep farklı oldun. Bak şimdi yine aynı şeyi yapıyorsun. Yüzünde bir tebessüm. Aklındaki şey bambaşka. Birazdan nelerin olacağını anlamış, yeni sırrımızı sindirmeye başlamışsın. Aferin evlat. Sayende bu dünyadan tamamıyla silinerek gitmiyorum. Geride bir iz bırakıyorum. Dünyaya seni bırakıyorum. Benim bir yarım olarak, benden bir parça, benden bir şarkı, benden bir şiir olarak.
İnsanın kendi mezarını oğluna kazdırması kadar delice bir şey olabilir mi? Bunu çocuğun yaşatabilecek insan sayısı kaçtır bu dünyada? Birkaç tane mi? İçlerinden birinin benim babam olduğunu sizlere söyleyebilirim. Bundan 10 sene önce babamın mezarını ben kazdım. Kendi ellerimle gömdüm onu. Geride bir vasiyetname bırakmıştı. “Mezarımı oğluma kazdırın. Beni kendi nefretiyle birlikte gömsün. Bundan sonra beni hep iyi hatırlasın. Ona yaptıklarım için kendimden utanıyorum. Nefret besleyen bir çocuk yetiştirdim. Hiçbir günah bundan daha büyük olamaz. Ona yaptığım kötülüğün kabul edilebilir bir tarafı yok. Özür dilesem bile, beni gömerken özrümü de yanımda gömecek, biliyorum. O yüzden özür dilemek faydasız. Af dilemek ise anlamsız. Beni hiçbir zaman affetmeyecek. Tek dileğim, beni gömerken nefretini de benimle birlikte gömmesi. Bana karşı duyduğu nefret onun güzel ruhunu çürütecek, benim kendi anneme duyduğum nefretin benim ruhumu çürüttüğü gibi. Ben nefretimi içime gömdüm, o benim mezarıma gömsün, ve başarabilirse yeni bir hayata başlasın, ki başarabilir, dünyanın en güçlü çocuğudur o.”
Şimdi de aynı şeyler yaşanıyor. Aradaki tek fark, oğluma nefreti hiç yaşatmadım. O beni seviyor, hiçbir zaman da bu sevgisi azalmayacak. Tanrı’nın bana onu hediye ettiği günden beri her şeyi birlikte yaşadık. Bu yaşına gelene kadar ayrı düştüğümüz gün olmadı. Bir vücut olduk adeta, tek bir beden. Yaşadığımız her şeyi, acıyı, tatlıyı, güzeli, iyiyi, kötüyü, aydınlığı, karanlığı, her şeyi birlikte yaşadık. Tek bir şey kalmıştı benden ona aktarılmayan. Tek bir “giz”. O gün işte bugündür. Bunu da yaşarsak birlikte, ben onun içinde olacağım, o da benim içimde olacak.
Biliyorsun evlat, hastayım. Ne kadar zamanımın kaldığını ben bile bilmiyorum, birkaç gün, belki bir hafta… Ölümü beklemek gibi bir düşüncem yok. O kadar güçsüz değilim hala. Evet, hastalık beni iyice yormuş olabilir. Ama ne olursa olsun, durumu kabullenip bekleyecek biri değilim. Artık zamanının geldiğini düşünüyorum. O bana gelmeden, beni senin içinde ölümsüzleştirerek ona gitmek istiyorum. Bunları söylememe bile gerek yok, beni çok iyi anlıyorsun, biliyorum. Şimdi arabaya dön evlat, gözlerini kapat, balığa gittiğimiz o Pazar gününü düşün. Sandalın nasıl sağa sola sallandığını, balıkların nasılda etrafımızda gezindiğini, suyun berraklığını, gölün içindeki rengarenk taşları… Dönüş yolunu düşün, başını yasladığın camdan dünyayı nasıl izlediğini, o kusursuz manzarayı, içindeki huzuru, bize doymuşluğu düşün. Ama önce aç kollarını, sıkıca sarıl bana. Kokla, doyasıya çek içine…
Şimdi git hadi. Git diyorum, git!
Perşembe, Ağustos 09, 2007
Çarşamba, Ağustos 08, 2007
Pazartesi, Ağustos 06, 2007
Uzak'a...


Sen uykudayken, ben her kapıyı yüzüme çarpıyorum artık. Her kapıyı üstüme kilitliyorum. Bir bilsen kaç gecedir soluklanamadım kaybından, ya da bilmesen, görmesen böyle beni. Eski bir şarkı çalıyor şimdi. Nerde gramofon, orada benim dolan gözlerim. Her eski plak senin hediyen sanki. Çalıyorum teker teker, bitince kızıyorum; bu da mı bitti? Bu da mı bitti?


uzak'a gitsin.
Cumartesi, Ağustos 04, 2007
Getirin!
Meğer ne çok çabalamışız bir şeyleri koruyabilmek için. Meğer ne çok çabalamışız bir şeyleri değiştirebilmek için. Hep olabilmek için meğer ne çok uğraşmışız, terler akmış alnımızdan gözyaşı gibi yüzümüzde dolaşarak, tutulmuş ayak bileklerimiz kalbimiz gibi, adım bile atacak gücümüz kalmamış. Meğer, nasıl da yutmuşuz zamanı çiğnemeden aşka aç insanlar gibi. Geçmiş, geçmiş olalı meğer kabullenememişiz bizi tek yok edecek olanın kendimiz olduğunu.
Geride bıraktığımız ne varsa gelecekten beklentimiz olmuş, geçmişe dönüş olmadığını anladığımız günden beri meğer nasıl da kanamış yaralarımız düzelmesini beklerken. Her hayal kırıklığı bir başka yenilgiye dönüşmüş bizim için. İçimizi acıtan ne varsa yüzümüze vurmuş, sahile vuran yunuslar gibi. Şimdi elimizde sadece “hiçlik”, sadece “yokluk”, sadece “siyah” var. Haber verin tüm dünyaya; yenildik! Yıkanmasın hiçbir el, lavaboya akmasın kırmızı. Kana bulanmış elleri getirin de öpelim!
