The Story & Mariarosy.
Bir şey anlatmak için uğraşmayacağım. Anlaşılır olmaya çalışmak kadar zor bir şey yoktur. İçimden ne geliyorsa yazmayı seven bir varlık olduğum için kendimden bi hayli memnun biriyim. Şimdi söyleyeceklerim bir çoğunuzu ilgilendirmeyecek, bir çoğunuza da saçma gelecek. Bu yazıyı en başta es geçip, bu yazıyı okumakla harcayacağınız 10 dakikayı başka şeylerle değerlendirmenizi tavsiye ederim. Beni dinlemeyi sevmezsiniz, bilirim. O yüzden blöf yapıyorum. Bu yazı ne kadar okunursa, o kadar karmaşık gelecektir. Ne kadar karmaşık gelirse, kimilerine göre o kadar ilgi çekici, kimilerine göre sır dolu, kimilerine göreyse sıkıcı gelecektir. Sıkıcı gelecek gruba şunu söyleyebilirim : Blöf falan yapmıyorum, gerçekten bu yazıyı okurken sıkılacak, “ne diyor bu be?” gibisinden tepkiler vereceksiniz, adım gibi biliyorum. Her neyse “İçerde köpek var!” ya da “Yalnız girmeyin!” gibisinden ‘tırstırıcı’ bir uyarı yaptığım için üzgün olduğumu da belirtmek isterim. Oysa ki, yazdığım hiçbir yazıda böyle acayip şeyler söylemem. Bu ilk oluyor, mazur görün.
Yeni asfaltlanmış yolda sandaletlerimle yürürken, eriyen tek şeyin sandaletimin dibinin olmadığını fark etmiştim. Bir yanık kokusu vardı, evet. Dolabını ve güzelim gökkuşağıyla donatılmış perdelerini ateşe veren biri olarak söylüyorum ki, bu koku farklıydı. Burnumun kokuya karşı çok duyarlı olduğunu daha çocuk yaşta fark ettim. O dönem meraktan olsa gerek, her şeye dokunur, dokunduğum ya da dokunmaya çekindiğim her şeyi uzaktan uzaktan koklar, ne olduğunu anlamaya çalışırdım. Bu nedenle bir süreden sonra koku alma duyumun diğer insanlara oranla daha da geliştiğini fark ettim. Kısaca, eriyen şey sadece sandaletimin dibi değildi. Zaten hiçbir zaman da öyle olmadı. Eriyen diğer şeyin ne olduğunu çok daha sonradan anladım. Yol bitince, yolun sonuna gelince, karşımda görünce hiçliği. “İnsan nasıl görür ki hiçliği?” diye sormadım değil kendime; ama bu soruya verecek cevabım çoktan hazırdı. Daha sorular gelmeden, cevaplarını hazırlamak ve o sorunun gelmesini heyecanla beklemek çok ayrı bir duygu. Milyonlarca farklı duygu var bu dünyada, ben yarısından çoğunu yaşadım. Kalan diğer yarısı bir yerlerde asılı, bir yerlerde gömülü, bin yıllık sandıklarda kilitli, hissedebiliyorum.
Hiçbir şey anlamadınız, değil mi? Hak veriyorum; çünkü hiçbir şey anlatmıyorum. Daha doğrusu anlattığım şeylerle anlaşılır olmaya çalışmıyorum. Anlaşılır olmakla harcayacağım zamanı, birkaç cümle fazla yazmakla değerlendiririm, gibisinden bir felsefe edindim. En azından bu seferlik böyle oldu. Şimdi, kaldığımız yerden devam edersek eğer, öykü şöyle başlıyor : Vakti zamanında, her ağacın kovuğunda bir insan yaşarmış. Yeşeren her ağacın içindeki insanın ruhu da ağaç gibi yeşermeye başlarmış. Yeşeren her ruh, mutlu, huzurlu bir hayat sürermiş. Sonbahar geldiği zaman, yaprak dökümü başlar, tüm ruhlar, kovuğunda yaşadıkları ağaçlar gibi dökülmeye başlarmış. Her yaprak bir anı, her anı bir veda, her veda bir özlem, her özlem dalgın bakışları ardında getirirmiş. O günlerden bir gün, ruhu yaprak dökümünü yaşayan bir adam, çırılçıplak kalmış, kovuğunda yaşadığı ağaç gibi sararmış. Gökyüzüne bakmış, sonbahar rengi. Bulutlar gri. Her yer sarı, kahverengi. Bir bunalmış ki sormayın. Küsmüş her şeye. Tadı kalmamış yaşamın. Beklemiş, beklemiş, beklemiş. Bir türlü gelmemiş ilkbahar. Aksine kış yaklaşmış. Şimdi her yer beyaz, her yer beyaz, her yer beyaz. Soğuk, sessizlik, beyaz. Kovuğunda yaşadığı ağaç artık yorgun düşmüş, dayanamamış bu kötü yaşama, bükmüş boynunu, yavaş yavaş çürümeye başlamış. Artık içine sığmamaya başlamış adamın bedeni, evini, ilkbaharda ruhunu da yeşerten evini terk etmek zorunda kalmış. Gitmiş, gitmiş, gitmiş. Bulamamış kimseyi. Sayısız yok olmuş herkes, ardında bir not bırakmadan kaçmış ilkbahar bir daha dönmemecesine, bir ev aramış kendine, öylesine yokmuş ki herkes, artık o, tüm umudunu yitirmeye başlamış. Güçsüz düşmüş zamanla. Yeşermeyen ruh yaşar mı, sorarım ben size? Yaşamaz. Bükmüş boynunu, yavaş yavaş çürümeye başlamış, ilkbahara hasret, yeşile hasret, kapamış gözlerini, bir not bırakamadan sayısız yok olanlar gibi yok olmuş.
Bir varmış,
artık
sayısız
yokmuş.
Yeni asfaltlanmış yolda sandaletlerimle yürürken, eriyen tek şeyin sandaletimin dibinin olmadığını fark etmiştim. Bir yanık kokusu vardı, evet. Dolabını ve güzelim gökkuşağıyla donatılmış perdelerini ateşe veren biri olarak söylüyorum ki, bu koku farklıydı. Burnumun kokuya karşı çok duyarlı olduğunu daha çocuk yaşta fark ettim. O dönem meraktan olsa gerek, her şeye dokunur, dokunduğum ya da dokunmaya çekindiğim her şeyi uzaktan uzaktan koklar, ne olduğunu anlamaya çalışırdım. Bu nedenle bir süreden sonra koku alma duyumun diğer insanlara oranla daha da geliştiğini fark ettim. Kısaca, eriyen şey sadece sandaletimin dibi değildi. Zaten hiçbir zaman da öyle olmadı. Eriyen diğer şeyin ne olduğunu çok daha sonradan anladım. Yol bitince, yolun sonuna gelince, karşımda görünce hiçliği. “İnsan nasıl görür ki hiçliği?” diye sormadım değil kendime; ama bu soruya verecek cevabım çoktan hazırdı. Daha sorular gelmeden, cevaplarını hazırlamak ve o sorunun gelmesini heyecanla beklemek çok ayrı bir duygu. Milyonlarca farklı duygu var bu dünyada, ben yarısından çoğunu yaşadım. Kalan diğer yarısı bir yerlerde asılı, bir yerlerde gömülü, bin yıllık sandıklarda kilitli, hissedebiliyorum.
Hiçbir şey anlamadınız, değil mi? Hak veriyorum; çünkü hiçbir şey anlatmıyorum. Daha doğrusu anlattığım şeylerle anlaşılır olmaya çalışmıyorum. Anlaşılır olmakla harcayacağım zamanı, birkaç cümle fazla yazmakla değerlendiririm, gibisinden bir felsefe edindim. En azından bu seferlik böyle oldu. Şimdi, kaldığımız yerden devam edersek eğer, öykü şöyle başlıyor : Vakti zamanında, her ağacın kovuğunda bir insan yaşarmış. Yeşeren her ağacın içindeki insanın ruhu da ağaç gibi yeşermeye başlarmış. Yeşeren her ruh, mutlu, huzurlu bir hayat sürermiş. Sonbahar geldiği zaman, yaprak dökümü başlar, tüm ruhlar, kovuğunda yaşadıkları ağaçlar gibi dökülmeye başlarmış. Her yaprak bir anı, her anı bir veda, her veda bir özlem, her özlem dalgın bakışları ardında getirirmiş. O günlerden bir gün, ruhu yaprak dökümünü yaşayan bir adam, çırılçıplak kalmış, kovuğunda yaşadığı ağaç gibi sararmış. Gökyüzüne bakmış, sonbahar rengi. Bulutlar gri. Her yer sarı, kahverengi. Bir bunalmış ki sormayın. Küsmüş her şeye. Tadı kalmamış yaşamın. Beklemiş, beklemiş, beklemiş. Bir türlü gelmemiş ilkbahar. Aksine kış yaklaşmış. Şimdi her yer beyaz, her yer beyaz, her yer beyaz. Soğuk, sessizlik, beyaz. Kovuğunda yaşadığı ağaç artık yorgun düşmüş, dayanamamış bu kötü yaşama, bükmüş boynunu, yavaş yavaş çürümeye başlamış. Artık içine sığmamaya başlamış adamın bedeni, evini, ilkbaharda ruhunu da yeşerten evini terk etmek zorunda kalmış. Gitmiş, gitmiş, gitmiş. Bulamamış kimseyi. Sayısız yok olmuş herkes, ardında bir not bırakmadan kaçmış ilkbahar bir daha dönmemecesine, bir ev aramış kendine, öylesine yokmuş ki herkes, artık o, tüm umudunu yitirmeye başlamış. Güçsüz düşmüş zamanla. Yeşermeyen ruh yaşar mı, sorarım ben size? Yaşamaz. Bükmüş boynunu, yavaş yavaş çürümeye başlamış, ilkbahara hasret, yeşile hasret, kapamış gözlerini, bir not bırakamadan sayısız yok olanlar gibi yok olmuş.
Bir varmış,
artık
sayısız
yokmuş.
0 Comments:
Ben de bıdılamak istiyom!
<< Home