Aeternum
Hadi, yakalayıp tekrar özgür bırakalım tüm kelebekleri!
Çok yaşa Naxone. Piramitlerin içinde saklambaç oynamak kadar eğlenceli görünüyor bu! Ama önce yapacak çok daha önemli bir işimiz var. Elbette, dünküler kadar eğlenceli olmayacak, üzgünüm. Ve biraz yorucu olabilir, en baştan uyarmalıyım. Her şeyin bir bedeli vardır Naxone. Ölümün bile. O yüzden şikayet etme, olur mu?
İşte, kazma burada. Kürek dedikleri şey de bu. İnsanları gömmek için toprağı kazmayla kazar, kürekle dışarı atarız. Öldükten sonra kokup, hastalık saçmamamız için birileri bedenlerimizi toprağın altına gömer. Gömmek için de –toplu bir mezardan bahsetmiyorsak- bu aletler kullanılır. Kazmak kolay iş değildir tabii ki. Şimdi sana bunların nasıl kullanacağını göstereceğim. Beni dikkatlice izle.
Tamam, yeterince derin. Aferin oğlum. Tahmin ettiğimden çok daha iyi bir iş çıkardın. İyice soluklan. Şimdi gel ve yanıma otur.
Hatırlıyor musun Naxone, güneşli bir Pazar günü seninle balık tutmaya gitmiştik? Saatlerce beklemiştik, 1 balık bile tutmayı becerememiştin. Oysa ki benim kovamda onlarca balık vardı. Oltana bir balığın bile vurmaması ne kadar da enteresandı… Bundan dolayı üzüldüğünü de hiç hatırlamıyorum. Eve dönerken sana, “üzülme evlat, bir dahaki sefere” diyerek seni avutmaya çalışmıştım. Oralı bile olmamıştın. Gülümsüyordun, “Merak etme baba, ben üzülmüyorum” deyip kafanı arabanın camına dayadın. Yüzünde bir tebessüm… Ne kadar da olgun davranıyor, diye geçirdim içimden. Eve döndükten sonra fark etmiştim, meğer yemleri oltanın ucuna takmamışsın, yemlerin hiçbirini kullanmamışsın. Balık tutmak değilmiş amacın, benimle balığa gitmekmiş. O zamanlar bunu anlayamadım. Her çocuk aynıdır, diye düşünüyordum. Yanılmışım. Sen hep farklı oldun. Bak şimdi yine aynı şeyi yapıyorsun. Yüzünde bir tebessüm. Aklındaki şey bambaşka. Birazdan nelerin olacağını anlamış, yeni sırrımızı sindirmeye başlamışsın. Aferin evlat. Sayende bu dünyadan tamamıyla silinerek gitmiyorum. Geride bir iz bırakıyorum. Dünyaya seni bırakıyorum. Benim bir yarım olarak, benden bir parça, benden bir şarkı, benden bir şiir olarak.
İnsanın kendi mezarını oğluna kazdırması kadar delice bir şey olabilir mi? Bunu çocuğun yaşatabilecek insan sayısı kaçtır bu dünyada? Birkaç tane mi? İçlerinden birinin benim babam olduğunu sizlere söyleyebilirim. Bundan 10 sene önce babamın mezarını ben kazdım. Kendi ellerimle gömdüm onu. Geride bir vasiyetname bırakmıştı. “Mezarımı oğluma kazdırın. Beni kendi nefretiyle birlikte gömsün. Bundan sonra beni hep iyi hatırlasın. Ona yaptıklarım için kendimden utanıyorum. Nefret besleyen bir çocuk yetiştirdim. Hiçbir günah bundan daha büyük olamaz. Ona yaptığım kötülüğün kabul edilebilir bir tarafı yok. Özür dilesem bile, beni gömerken özrümü de yanımda gömecek, biliyorum. O yüzden özür dilemek faydasız. Af dilemek ise anlamsız. Beni hiçbir zaman affetmeyecek. Tek dileğim, beni gömerken nefretini de benimle birlikte gömmesi. Bana karşı duyduğu nefret onun güzel ruhunu çürütecek, benim kendi anneme duyduğum nefretin benim ruhumu çürüttüğü gibi. Ben nefretimi içime gömdüm, o benim mezarıma gömsün, ve başarabilirse yeni bir hayata başlasın, ki başarabilir, dünyanın en güçlü çocuğudur o.”
Şimdi de aynı şeyler yaşanıyor. Aradaki tek fark, oğluma nefreti hiç yaşatmadım. O beni seviyor, hiçbir zaman da bu sevgisi azalmayacak. Tanrı’nın bana onu hediye ettiği günden beri her şeyi birlikte yaşadık. Bu yaşına gelene kadar ayrı düştüğümüz gün olmadı. Bir vücut olduk adeta, tek bir beden. Yaşadığımız her şeyi, acıyı, tatlıyı, güzeli, iyiyi, kötüyü, aydınlığı, karanlığı, her şeyi birlikte yaşadık. Tek bir şey kalmıştı benden ona aktarılmayan. Tek bir “giz”. O gün işte bugündür. Bunu da yaşarsak birlikte, ben onun içinde olacağım, o da benim içimde olacak.
Biliyorsun evlat, hastayım. Ne kadar zamanımın kaldığını ben bile bilmiyorum, birkaç gün, belki bir hafta… Ölümü beklemek gibi bir düşüncem yok. O kadar güçsüz değilim hala. Evet, hastalık beni iyice yormuş olabilir. Ama ne olursa olsun, durumu kabullenip bekleyecek biri değilim. Artık zamanının geldiğini düşünüyorum. O bana gelmeden, beni senin içinde ölümsüzleştirerek ona gitmek istiyorum. Bunları söylememe bile gerek yok, beni çok iyi anlıyorsun, biliyorum. Şimdi arabaya dön evlat, gözlerini kapat, balığa gittiğimiz o Pazar gününü düşün. Sandalın nasıl sağa sola sallandığını, balıkların nasılda etrafımızda gezindiğini, suyun berraklığını, gölün içindeki rengarenk taşları… Dönüş yolunu düşün, başını yasladığın camdan dünyayı nasıl izlediğini, o kusursuz manzarayı, içindeki huzuru, bize doymuşluğu düşün. Ama önce aç kollarını, sıkıca sarıl bana. Kokla, doyasıya çek içine…
Şimdi git hadi. Git diyorum, git!
Çok yaşa Naxone. Piramitlerin içinde saklambaç oynamak kadar eğlenceli görünüyor bu! Ama önce yapacak çok daha önemli bir işimiz var. Elbette, dünküler kadar eğlenceli olmayacak, üzgünüm. Ve biraz yorucu olabilir, en baştan uyarmalıyım. Her şeyin bir bedeli vardır Naxone. Ölümün bile. O yüzden şikayet etme, olur mu?
İşte, kazma burada. Kürek dedikleri şey de bu. İnsanları gömmek için toprağı kazmayla kazar, kürekle dışarı atarız. Öldükten sonra kokup, hastalık saçmamamız için birileri bedenlerimizi toprağın altına gömer. Gömmek için de –toplu bir mezardan bahsetmiyorsak- bu aletler kullanılır. Kazmak kolay iş değildir tabii ki. Şimdi sana bunların nasıl kullanacağını göstereceğim. Beni dikkatlice izle.
Tamam, yeterince derin. Aferin oğlum. Tahmin ettiğimden çok daha iyi bir iş çıkardın. İyice soluklan. Şimdi gel ve yanıma otur.
Hatırlıyor musun Naxone, güneşli bir Pazar günü seninle balık tutmaya gitmiştik? Saatlerce beklemiştik, 1 balık bile tutmayı becerememiştin. Oysa ki benim kovamda onlarca balık vardı. Oltana bir balığın bile vurmaması ne kadar da enteresandı… Bundan dolayı üzüldüğünü de hiç hatırlamıyorum. Eve dönerken sana, “üzülme evlat, bir dahaki sefere” diyerek seni avutmaya çalışmıştım. Oralı bile olmamıştın. Gülümsüyordun, “Merak etme baba, ben üzülmüyorum” deyip kafanı arabanın camına dayadın. Yüzünde bir tebessüm… Ne kadar da olgun davranıyor, diye geçirdim içimden. Eve döndükten sonra fark etmiştim, meğer yemleri oltanın ucuna takmamışsın, yemlerin hiçbirini kullanmamışsın. Balık tutmak değilmiş amacın, benimle balığa gitmekmiş. O zamanlar bunu anlayamadım. Her çocuk aynıdır, diye düşünüyordum. Yanılmışım. Sen hep farklı oldun. Bak şimdi yine aynı şeyi yapıyorsun. Yüzünde bir tebessüm. Aklındaki şey bambaşka. Birazdan nelerin olacağını anlamış, yeni sırrımızı sindirmeye başlamışsın. Aferin evlat. Sayende bu dünyadan tamamıyla silinerek gitmiyorum. Geride bir iz bırakıyorum. Dünyaya seni bırakıyorum. Benim bir yarım olarak, benden bir parça, benden bir şarkı, benden bir şiir olarak.
İnsanın kendi mezarını oğluna kazdırması kadar delice bir şey olabilir mi? Bunu çocuğun yaşatabilecek insan sayısı kaçtır bu dünyada? Birkaç tane mi? İçlerinden birinin benim babam olduğunu sizlere söyleyebilirim. Bundan 10 sene önce babamın mezarını ben kazdım. Kendi ellerimle gömdüm onu. Geride bir vasiyetname bırakmıştı. “Mezarımı oğluma kazdırın. Beni kendi nefretiyle birlikte gömsün. Bundan sonra beni hep iyi hatırlasın. Ona yaptıklarım için kendimden utanıyorum. Nefret besleyen bir çocuk yetiştirdim. Hiçbir günah bundan daha büyük olamaz. Ona yaptığım kötülüğün kabul edilebilir bir tarafı yok. Özür dilesem bile, beni gömerken özrümü de yanımda gömecek, biliyorum. O yüzden özür dilemek faydasız. Af dilemek ise anlamsız. Beni hiçbir zaman affetmeyecek. Tek dileğim, beni gömerken nefretini de benimle birlikte gömmesi. Bana karşı duyduğu nefret onun güzel ruhunu çürütecek, benim kendi anneme duyduğum nefretin benim ruhumu çürüttüğü gibi. Ben nefretimi içime gömdüm, o benim mezarıma gömsün, ve başarabilirse yeni bir hayata başlasın, ki başarabilir, dünyanın en güçlü çocuğudur o.”
Şimdi de aynı şeyler yaşanıyor. Aradaki tek fark, oğluma nefreti hiç yaşatmadım. O beni seviyor, hiçbir zaman da bu sevgisi azalmayacak. Tanrı’nın bana onu hediye ettiği günden beri her şeyi birlikte yaşadık. Bu yaşına gelene kadar ayrı düştüğümüz gün olmadı. Bir vücut olduk adeta, tek bir beden. Yaşadığımız her şeyi, acıyı, tatlıyı, güzeli, iyiyi, kötüyü, aydınlığı, karanlığı, her şeyi birlikte yaşadık. Tek bir şey kalmıştı benden ona aktarılmayan. Tek bir “giz”. O gün işte bugündür. Bunu da yaşarsak birlikte, ben onun içinde olacağım, o da benim içimde olacak.
Biliyorsun evlat, hastayım. Ne kadar zamanımın kaldığını ben bile bilmiyorum, birkaç gün, belki bir hafta… Ölümü beklemek gibi bir düşüncem yok. O kadar güçsüz değilim hala. Evet, hastalık beni iyice yormuş olabilir. Ama ne olursa olsun, durumu kabullenip bekleyecek biri değilim. Artık zamanının geldiğini düşünüyorum. O bana gelmeden, beni senin içinde ölümsüzleştirerek ona gitmek istiyorum. Bunları söylememe bile gerek yok, beni çok iyi anlıyorsun, biliyorum. Şimdi arabaya dön evlat, gözlerini kapat, balığa gittiğimiz o Pazar gününü düşün. Sandalın nasıl sağa sola sallandığını, balıkların nasılda etrafımızda gezindiğini, suyun berraklığını, gölün içindeki rengarenk taşları… Dönüş yolunu düşün, başını yasladığın camdan dünyayı nasıl izlediğini, o kusursuz manzarayı, içindeki huzuru, bize doymuşluğu düşün. Ama önce aç kollarını, sıkıca sarıl bana. Kokla, doyasıya çek içine…
Şimdi git hadi. Git diyorum, git!
0 Comments:
Ben de bıdılamak istiyom!
<< Home