Micho2 Michougué <body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar/14364200?origin\x3dhttp://michougue.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Cumartesi, Haziran 30, 2007

Bir açarsın ki mutluyum
Bir kaparsın her şey elimden gitmiş.

Cuma, Haziran 29, 2007


Yapayalnız, terkedilmiş, kalbi ölümcül darbelerle parçalanmış halde çiziyorum kayıp şehrin haritasını. Belki oraya dönerim, kaybolurum yine. Kimse acıtmaz bir daha canımı, milyonlarca parçaya bölmez belki kalbimi bir daha. Elimde başımın en büyük belası, evrenin tek azılı düşmanı, inadına deli gibi atan kalbimin bir resmi var: “işte bu, yok etmek için çabaladığınız küçük, kırmızı şey bu“ demek için elimde tuttuğum.
Aslı içimde sıkışmış,
sığmıyor bedenime;
çıkarıp
atmak istiyorum,
beceremiyorum,
acıtıyor
bazen,
nefessiz kalıyorum..

Salı, Haziran 26, 2007

Biraz dargın, biraz kırgın, biraz da olmaz bu kadar der gibi bakıyordu yukarı, her şeyin temelinde var olduğunu düşündüğü en büyük varlığa. Bu yüzden yukarda olmalıydı inancı, en yukarda, bulutlardan, yıldızlardan bile yukarda. Başına gelenlerden dolayı biraz da sersemlemişti. Neden? diye sordu birkaç defa aynanın karşısına geçip; ama yansımasından bir cevap alamadı. Kendine de sinirlenmiyor değildi hani. Ne zaman bir soru yöneltse kendine, verebilecek bir cevap bulamıyordu. Hay aksi, dedi. Bak gördün mü, yine aynı şey, yine aynı cevapsız sorular, kafam da bir dünya, nasıl geçer ki bu gece, nasıl biter ki bu yazılabilecek en berbat hikaye? Yine kaldırdı başını, baktı ona. Gözleri dolu, her şeye rağmen bir umut taşıyor içinde, hala sayıyor yokluğunla geçen zamanı, dua ediyor aynı zaman da, belki döner de hayat tekrar yaşanır hale gelir, diye. Bunlar yaşanırken içinde, gözünü hiç kırpmıyor, bakıyor, bakıyor, her şeye rağmen yaşarmış bir umutla tekrar bakıyor gökyüzüne.

Bienvenido al Paraiso


Gökyüzü kadar kızgındı bu adam. Onun kadar kızıl. Renklere bu kadar düşmanken, beyaz kanatlarıyla altında duruyordu gökyüzünün. Tüm şehir sırtını ona dönmüştü, bu yüzden bükmüştü boynunu uçabilecek kadar özgürken. Nefret ettiği bir renge boyanmışken gökyüzü, "beyaz kanatların bana ne faydası var ki?" diye geçirdi içinden. Gerçekten ne faydası vardı ki? Düşünceler ağırlaştırmıştı tüm bedenini, sarmıştı ruhunu kollarıyla sıkıntı. Ne beklentiler gerçekleşmişti onun için, ne kazanılan zaferlerin bir anlamı kalmıştı. Yalnız bir meleğin çektiği acıyla bekliyordu amaçsızca yeni günün doğmasını. Geride bıraktığı herkes, nikbin perisi bile uyuyordu onun yokluğundan habersiz. Oysa ki onsuz uyuduğuna hiç rastlamamıştı perinin. O bile uyuduysa, dedi. O bile uyuduysa zaten kaybedilmiştir her şey.

Dear Rooze

Böyle bir komşum olması için çalışmalara aralıksız olarak başlama kararı almış bulunuyorum. Böyle ciddi bir kararı elbette ki sizlerle paylaşmak zorundaydım. Lütfen, "yahu bizene!" demeyin. Burada ciddi bir paylaşım var, farkedemiyor musunuz?






Joseph ArthurBlack Lexus

Don Kişot

Ölümsüz gençliğin şövalyesi,
ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına
bir temmuz sabahı fethine çıktı
güzelin, doğrunun ve haklının:
Önünde mağrur, aptal devleriyle dünya,
altında mahzun ve kahraman Rosinant'ı.

Bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin halisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,
yel değirmenleriyle dövüşülecek.

Haklısın,
elbette senin Dulsinya'ndır dünyanın en güzel kadını,
elbette sen haykıracaksın bunu
bezirganların suratına,
ve alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar.

Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dulsinya bir kat daha güzelleşecek.

Nazım Hikmet Ran

Pazar, Haziran 24, 2007

The Black Lexus & Two hundred thousand miles.

Cat PowerThe Greatest

Kalbimizi tamir edebilmek için bir tornavida arıyorduk, bir de çekiç. Oysa ki kimse uyarmadı bizi: “Kırılan her şey tekrar onarılmaz,” diye. “Ben anlamam, bunu onarmak lazım, kaybedeceğim çok şey var.” dedim, karşı çıktım. Yanımda erdem var, hemen karşımda hayatın gazabına uğramış okanım yeşil çizgili televizyon koltuğumda uyuyakalmış. Eski plaklarıma çok ilgili sevgili berk; dolabımı karıştırıyor, her plağa tek tek bakıyor, heyecanlanıyor, elinden falan düşürüyor arada. Dünya sadece bizle sınırlı gibi o an. Dışarıda olanlardan sorumlu değiliz, insanlar anlamsız yere ölüyorken belli belirsiz bir gelecek endişesi yok üzerimizde. Zaman çizelgesini küçük bir parmak hareketiyle büyüleyip bozmuşuz gibi. Dedemden bana kalan kum saatim de gülümsemeye başlamış bize, kumları parlıyor zamanı bir geceliğine de olsa durdurduğumuz için. Kıyamet kopsa umurumuzda değil. Keyifliyiz kısaca. Bir süre kurcalıyoruz içini dışını bin bir parçaya bölünmüş kalbimizin. Bunu tamir edemeyiz, diyor erdem. Katılıyorum aslında, hiç de tamir edilecek gibi durmuyor. Feci kırılmış, darmaduman olmuş. Bir beklentim yok zaten, düzeleceğinden değil bu uğraş. Sıkıcı bir gece geçiriyoruz dört arkadaş. Sevişmek gibi bir ihtimalimiz de olmadığı için daha keyifli ne yapabiliriz ki dedik. Erdemle ben kalbimizi onarmayı seçtik, okan uyumayı, berk ise plakların tozunu yutmayı. Hayat bu, seçenekler bol.

Bir önceki gece çok yalnızdım. Bir çok insanı aradım, hiçbiri benimle sarhoş olmayı tercih etmedi. Aldığım bütün içkiler kapakları bile açılmadan dolabıma tekrar konuldu. Ben de gidip yalnızlıkla donattım masamı. Bölük pörçük anılarla sohbet edip, arada bir yudumluyordum yalnızlığımı. İnsanın nefret ettiği şeyi içip onunla sarhoş olması garip bir duygu. Aslında yalnızlıktan nefret etmem ben. Pek fazla başıma gelmeyen bir şeydir bu, o yüzden yalnızlıktan pek fazla sıkılmam; fakat ilk defa o gece yalnız olmayı, yalnız kalmayı istemedim ve o buna rağmen karşımda dimdik duruyor, işaret parmağını bana çevirmiş, bu gece ne yaparsan yap benimlesin evlat, diyordu. Yenilgiyi kabullenmek rahatlatıcı bir etki bırakıyor insanın üzerinde. Işıkları kapattım, sadece sokak lambaları aydınlatıyordu odayı. İçkileri dolapta soğumaya terk etmiştim, sevdiğim tüm kadınları terk ettiğim gibi. Belki bir gün arkadaşlarla tekrar toplanır, eski sevgililerden bahseder, sarhoş olur, yalnızlığın felsefik yönünü tartışırız, dedim. Elimizde şarap şişeleri, her yer kırmızı, dolunay, açık bir gökyüzü, bolca parlak yıldız. Zaten en güzel, en sıcak tartışma ortamları elinde şarap şişesiyle olur. Başka bir boyuta geçer, arada şarabı yudumlarken, harıl harıl savunduğun şeyle haklı olduğunu kanıtlamaya çalışırsın. Böyle beklentilerim var, doğru. Severim bu tür gruplaşmaları. İnsanın kendi evi gibisi olmadığı için, buz gibi olmuş içkileri masaya taşırken arkadaşları tarafından onun için çalınan alkışları duyup mutlu olmak gibisi de yok. Tabii suç ortağı kafadar arkadaşlarla sabaha kadar hiç sıkılmadan yapılan sohbetleri de söylemeden geçemeyeceğim. Geçemem zaten bazı şeyleri, sen gibi mesela; hayatımdan seni hiçbir zaman geçemeyeceğim. Ne yalnızlığın felsefik yanı, ne Süryani şarabı, ne de dolunay. Hepsinden geçebilirim ama senden? Olmaz, imkanı yok, yapamam.

Kilometrelerce ötede olan sevgilisini tatil nedeniyle uzun süre göremeyecek olan bir arkadaşım onu son kez görebilmek için uzun saatler yolculuk etmek zorunda kalacak. Bu durumu zorlu kılan şeyin yollar olduğunu düşünmüyorum tabii ki. Bunu yapacak adamın, aşk için, sevgilisi için, onu görebilmek için gösterdiği çabayı tebrik etmek istiyorum ben. Bunu yüzüne de söyleyebilirdim gerçi; ama o ara bunu yapmak aklıma hiç gelmedi. Dört tekerleği olan metal bir kutunun içinde bir yerlere yetişmeye çalışıyorduk. Arabayla yapılan sürat bir süre düşünmemi engeller benim. O an adrenalin seviyemdeki yükselme bu tip şeyleri unutma gibi vaziyetlere düşürebiliyor beni; tebrik mesajlarını, özel günleri, annemin bana aldığı ilk gameboy’un fiyatını, ilk mavi conversimi etc etc unutmak gibi. İşin içinde hız varsa kendimi kaybediyorum, ne yapabilirim? Bunu söylemekten de hiç çekinmem, dobrayım.

Dudağım kanıyor galiba.

Cuma, Haziran 22, 2007

^^

Yüzümün bir yanı yazlık sinemalara
Diğer yanı bekar kadınlara dönük.
Eski yazma kitaplarda bahsedilen
İpek gömleği, kahve gözleriyle etrafı süzen
Leonard’ın kıskandığı adamım ben.

El kadar bir kalp taşıyorum koynumda
içimden söküp çıkarmış, sana vermek için kucağımda tuttuğum
ki herkes beni kalpsiz bilir
zalim diye yazıldığım kitaplarda
kötülükle evlendiğim de söylenir.

Zamanı..

Dizlerine koyup başımı uyusaydım
çok mu geç seni anlamaların zamanı?

Perşembe, Haziran 21, 2007

Meryem’in bozuk pusulası

Gündelik yapılacaklar listesinden bir istek yaptım. Bugün olacaklardan sorumlu değilim diye bir not düştüm altına. En nefret ettiğim Absürd Fm’i aradım. Adını verdiğim zaman ilk önce anlamadı dee jay. Birkaç defa tekrarlamak zorunda kaldım, heceledim, harflerini tek tek söyledim. Geçmek bilmeyen dakikaların ardından bir isim okudular, ardından notumu; bir dakika, bir yanlışlık olmalı, ne istediğim parça ortada, ne verdiğim isim doğru verilmiş, ne büyüsü kalmış olayın, ne beklentiler giderilmiş… Olsun, diyorum. Bu hayatta hiçbir şey mükemmel değil ki ondan başka, ne için çabalıyorsun? Aptal gibi davranmak konusunda becerikli olduğumu söyleyebilirim. Günlük işleri halletme konusuna gelince, hmm, bir dakika, bu konuyu uzun uzun düşünmeliyim.

Yıldızlar geçidi diye bir film izlemiştim. Oradaki hayatların hepsi birbirinden korkunç ama bir o kadar da ihtişamlıydı. Parlak dünyaların hepsinin ayrı ayrı bir çekimi varken, insanlar birbirini deli gibi çekiyorken, gözlerimiz ışıktan kamaşmışken, atılacak en akıllı adım nedir diye sorduk erdemle birbirimize, cevap bulamadık, o yüzden biz de bir adım atmayız olur biter dedik. Şimdi bizi bıraktığınız yerde, belki de unuttuğunuz yerdeyiz. Geri dönecekseniz eğer, gittiğiniz yerden şeker kamışı almayı unutmayın sakın, farklı bir şey olsun, biraz ağzımız tatlansın.

Telefon melodilerinden nefret ettiğim için belli bir süredir titreşimde tutuyorum telefonlarımı. Titreyen her şey içimi de titretiyor çünkü. Bu yüzden titreşimli olan -1 şey hariç- her şeyi kendime yakın görüyorum. Gerçi onunla da benimle bir şekilde alakası olduğunu biliyorum fakat onu kendime yakın görme düşüncesi biraz tehlikeli bir iş olacakmış gibi geliyor. Tehlikeli olan şeyler insanı biraz heyecanlandırır ama bunun beni heyecanlandırdığını da düşünmek tehlikeli olmaktan çıkıp.. ne diyorum ya.

Keşfedilmemiş bir renk bulursam eğer, işte o zaman rengini değiştirebilirim odamın. Çünkü geriye kalan, bir çok duvarı kaplayan renklerin hiçbiri eskisi kadar heyecanlandırmıyor beni. Odama girip kapıyı tüm dünyaya kapatırken aklımdan geçen ilk şeyin ; “burası benim, burası ayrı bir dünya, burası en az onun kadar özel” olması gerektiğini düşündüğüm için her şey birbirinden farklı, birbirinden özel olmalı diyorum. Bir sen eksik oluyorsun orada ama sevdigi şeylerin koleksiyonunu tamamlamak her insana nasip olmuyor güzelim.

Word’ü çok seviyorum. Bir anda elektrik gitti. Tüm yazdıklarımı kaybettim ama tekrar bilgisayarı açıp Word’e girdiğimde yazıların büyük bir bölümü kurtarılmıştı. Bir tek sana yaptığım sitem yoktu içinde. Sanki çekip çıkarmış onu. Bunu yazmasan da olur demiş. Beğenmemiş silmiş gibi geldi. Hayatımla ilgili, duygularımla ilgili ne yazsam word’e sanki beni anlıyor, beni en iyi o tanıyor gibi geliyor bana. Bazen en iyi dostum kitaplarım değil de word belgemmiş gibi hissediyorum. Hatta o gerçekmiş, oturmuşum ona dert yanıyormuşum, sıkıntılarımı anlatıyormuşum gibi. Beni sessiz sedasız dinleyen ve hiç sıkılmayan kaç kişi var ki bu dünyada? Bir sen bir de word. İkinizin bir çok ortak noktası var galiba.

Çarşamba, Haziran 20, 2007

Aušrinė

Ben seni düşündükçe kalbi daha bir hızlı atıyor zamanın.
Seni düşündükçe taşıyor nil nehri,
Hızlanıyor kanatları Simurg’un,
Yeşeriyor yaşam ağacı Gaokerena.
Güzelleşiyor her şey.

Sen var oldukça içimde bereketleniyor topraklarım.
Min gülümsüyor gökyüzünden bana.
Sana aşık oldukça Kişar dansa kaldırıyor beni,
Dans ediyorum onunla 40 gün 40 gece.

Seni düşündükçe değişiyor tüm yaşamım.
Yaşadıkça efsaneleşiyorum.
Seni aradıkça içimde, Valinor’a çağrılıyorum.
Sen oldukça hayatımda, tüm hayatım ölümsüzleşiyor.
Valle de la Luna’dan geçiyorum,
Adını duyan Ay, yolculuğumda eşlik ediyor bana.
Valar karşılıyor beni yolculuğumun sonunda,
Parolayı istiyorlar benden,
Adını veriyorum,
Tanrılar diz çöküyor önümde.

Salı, Haziran 19, 2007

Senin gemin camdan sevgili

Oysa senin gemin camdan sevgili...
İşte güçlü balığın güçsüz balığı yokettiği kanlı
denizin her tarafından seni görebiliyorum...
Sadece ben değil dost düşman herkes uykuya daldığını
görebiliyoruz buradan.
Çünkü senin gemin camdan sevgili.
Sıkıntından yediğin tırnaklarının kenarlarını...
Korkulu bir rüya gördüğünde birden silkinişini...
Yaralı sevgini korumak için aldığın onca kötücül
karara rağman nasılsa hep masum kalan sayıklamalarını
görüp duyuyorum buradan...

Cezmi Ersöz

Bat dünya bat..

Dünyayı, derdi, dünyayı
Hiçbir şeylere değişmem.

Şimdi yaşamak istemiyor.

Bat Dünya Bat*

*Uzun bir aradan sonra tekrar bizimle.

Gel

Biliyorum, konuşucak birşeyimiz yok
Ama yine de gözlerini al gel
Elindeki yarayı, suskunluğunu, acemiliğini
Beni biri severse inanmam
Seni biri severse utanırsın
Bilmediğin bir hastalığa acımak gibi bile olsa gel
Biliyorum konuşacak bir şeyimiz yok
Ama ıstırabım sende, mutlaka al da gel...

Pazar, Haziran 17, 2007

zamandı.. çorak bir zamandı...

Yeryüzüne dokunacak taze bahar sevinci gibiydik.
Birbirimize ait ılık bir nefes gibi...
Bugün de biz vurulduk...

Perşembe, Haziran 14, 2007

there are zeros, there are zeros!

Uzun zaman oldu kendime söylenmeyeli. Akıllanmak için bir şeylerin başıma gelmesi gerektiğini anlamak geç oldu, evet, uzun zaman aldı benim için. Nedense fark edemiyor insan, nedense bir şeyler engel oluyor kurduğun hayallerin bile aslında seninle dalga geçtiğini anlamana. Ne kadar çok beklentin varsa, o kadar çok canın yanıyor. O kadar çok batıyorsun dibe, o kadar çok öksüz kalıyor umutların. Hayal kırıklıkları sarıyor etrafını, attığın her adımda canın yanıyor, parçalanıp kanıyor ayakların, ellerin. Kime bahsetsem bundan diye bakınıyorum etrafıma, hiç kimse yok. Var, ama yok.

Şimdi her şey çok daha farklı. Şimdi her şey çok daha basit görünüyor bana. Ne kadar kolay olursa, o kadar yıkıcı oluyor sözlerim, dokunuşlarım. Seni bile basit görüyorum mesela. Zaman öyle iyi siliyor ki bazı şeyleri, ne olduğunu anlayamadan, onun kim olduğunu anlayamadan siliyorsun hafızanı. Tüm değerler yitiriliyor. Kaybolan şeylerin değeri bir süreden sonra kalmıyor. Her dönem birilerini kaybediyorum, zamanla değerleri bitiyor, seni de kaybediyorum, senin de değerin seninle birlikte kayboluyor. Yok oluyorsun zamanla benim için. Zaman her şeyi yok ediyor.


Bu kadar soğuk davranmak benim suçum değil; çevre koşulları, yani atmosfer, küresel ısınma, bir de sen…


Dudaklarını ısırırken, kanatırken derinlere dalıyor insan. Aklından onlarca şey geçiyor. Hepsi yarım kalıyor. Sırasıyla düşünüyorsun, hepsi birbiriyle bağlantılı oluyor. Düşüneceklerin aslında hiç bitmiyor, senin gücün bitiyor, yoruluyorsun. Vazgeçtiğin zaman düşünmekten, hepsi geride kalıyor, tekrar açılıp kapanmak üzere tasarlanmış hediye paketleri gibi saklanıyor bir köşede, zamanı gelince tekrar onlara, o paketlerle dolu karanlık odana dönüyorsun, hepsini tekrar açıp tekrar kapatmaya başlıyorsun, günlerce, belki aylarca, efsanelere göre asırlarca paketleri açıp kapatıyorsun, sadece zamanını harcıyorsun. Eline geçen tek şey etkisiz bir eleman, roma rakamıyla bir türlü yazamadığım sıfır oluyor.

Perşembe, Haziran 07, 2007

From the future

Dudak uçuklatan cinsten bir hareketle aldı aklımı gelecek yüzyıldan kovulan ela gözlü altın yüzlü güzel kadın. Ne olduğunu anlamak uğruna harcanan tüm enerji, gereksiz bir işlemi gerçekleştirmeye çalışmaktan başka bir halt değildi. Bunun gereksiz bir iş olduğunu anlamak bile Tanrı’nın bir lütfüydü aslında. Her şey asırlar önce taş kalıplara yazılmıştı sanki, birer birer olması gerektiği gibi yaşanıyordu. Bir sonraki adımı tahmin edebilmek kadar eğlenceli bir şey yok. Önce boynuma sarıldı, sıkıca sardı beni. Kokladım, gerçek gibi kokuyordu. Böylesi de görülmemiştir herhalde, başlı başına bir kanıt, dedim. Hiçbir yalan böyle kokmaz. Hayaller de kokusuzdur zaten. Ama bu ela gözlü altın yüzlü güzel kadın neyin nesi böyle? Öpüşmek gerçekte bu kadar zevkli miydi yoksa gelecek yüzyılda bunun bir yolunu mu buldular? Bir anda ışınlanıp geleceğe kaçmak, geride hiçbir iz bırakmayıp efsane olmak, hepsi bir hayaldi ama şimdi durum olabilecek gibi, çok daha farklı, çok daha komplike. Yüzüne bakıyorum, milyonlarca soru soruyorum, duymuyor sanki beni, sadece gülümsüyor. Bir gülümseme yahu, heyecandan kalbim duracak, aklım yerinden fırlayacak, bir açıklama yap, iki kelime bir şey söyle. Yüzünde sadece bir tebessüm, gözleri ışıldıyor. Nedir senin hikayen, buralara neden düştün, kaç yıl yedin gibi onlarca sorunun içinden sadece bir tebessümle çıkabilen tek kişi sadece o sanırım, ela gözlü, altın yüzlü güzel kadın. Böyle bir şeyi gelecekte her insana öğretiyorlar mıdır acaba, bir de neden yüzleri altın, onu çözmekte bir hayli zorlanıyorum. Ayrıca bana niye denk gelir böylesi, “ne alaka?” der, ortalıkta sarhoş bir filozof gibi dolaşırım, kimse buna engel olamaz. Zaten beni tanıyan bilir, bu duruş, bu bakış, bu anormal davranış, başıma bir iş geldiğinin kanıtıdır. Sıkıca tut beni, dizlerim tutmuyor, heyecanlanınca parmak uçlarım uyuşuyor, hayat olması gerektiğinden fazla güzelleşiyor, sersemleşiyorum, dünya gerçekten dönmeye başlıyor, zaman durmuştu bi ara, hayat işlemeyen bir mekanizmaya dönüşmüştü, şimdi değişti her şey, güzelleşti, biraz anlaşılmaz ama olsun, bu da onun gizemi.

Cumartesi, Haziran 02, 2007

öyle çok ki..

I.

o kendi boşluğunda oyalanan günlerde
canı sıkılan bir çocuk gibi uyuyor,
ben göğe bakıyorum geceden,
kendi çukurunu bulmuş deniz gibiyim
diyorum, yanında,
o sabahları eğilip öpüyor denizi...

II.

penguen bana sırtını dönme.
unutmadım aramızdaki beceriksiz dili.
dünya yordu bizi. benim de söyleyemediklerim
var. hiç söyleyemeyeceğim onları belki de.
uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu,
geldikçe anlıyorum ki, biz,
bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile.

III.

ne zamandı bilmiyorum. yaşadıklarından sana
kalan tortu, seni olduğun yere çakan, olduğun
yerde fırtına koparan korku. kendi sarmalında
döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin
kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun.

IV.

içimde öyle çok ki, her gidenden
biriktirdiğim melekler.

zaman insafsızlık etmese
kederin oyduğu tarafımı sana getirsem
kalem beni tutmasa, anlatsam sana
siyah, simsiyah bir engerektir zaman
ve kış neler eder insana
nasıl yarım bırakır, ayırır parçalara
sense kışı yaşamadın daha.

Birhan Keskin.

mystery, passion & your smile..

Bir işe kalkışmadan önce o işi milyonlarca defa tekrar düşünmek.. o işi yaptıktan sonra bedelini ödemen gereken onca şey.. ardından gelen ağır yük.. kapalı kapılar ardında yapılan yaşamınla ilgili çok seçenekli yıkım planları.. aklını başından alan insana sahip olmak için verilen ödünler.. hemen ardından yaşanan kaos.. işin içinden çıkmaya çalışırken kontrolü tamamıyla kaybetmek.. ardından bitkin düşüp buram buram yenilgi kokmaya başlayan bir beden.. uyku hapları.. düşünmekten bıkmış beyinler.. 7 büyük günah.. yaşamın sırrını çözen, bin yıllık bir halıya bin yıldan beri bağdaş kurmuş bir bilgenin ölürken duyulamayan son sözleri.. gözümde büyüse de her şey, yanında olmak, seni uyurken izlemek, yaşamın sırrını o güzel yüzünden öğrenmek vardı…