Micho2 Michougué <body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar/14364200?origin\x3dhttp://michougue.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Cumartesi, Kasım 25, 2006

Anladın sen onu.

VII. Bölüm

Cızz dedi annem, sürme elini.
Uf olur kalbin, cok acır, eskisi gibi atmaz sonra.
Parçalarını toplamak uzunca zamanını alır,
beceremesen hep öyle kalır, hiç düzelmez,
sen de aptal olursun.

Bir anneden ancak bu kadar doğru bir öğüt duyulabilir. Ne dediyse çıkıyor, hayret. Onu dinlemekle dinlememek arasında kalınca, işte o an hayatımızın çok önemli kararlarından birini verdiğimizin farkına varamamış olmamız salaklığımızdan mı kaynaklanır yoksa salaklık sadece salaklık mıdır, yani hiçbir salak böyle bir salaklık yapmaz mıdır? Ne diyorsam artık, anladın sen onu.

Adios deme; çünkü o, hep böyle derdi..

VI. Bölüm

Ben Kapadokya'dan Cevat,
Siz insan olarak ne kadar suçlu hissediyorsanız kendinizi, ben de bi’ o kadar rahatsızım bu durumdan.

Teşekkürler, Cevat.

Geçenler de Dünya hakkında söylediklerimi gözden geçirince, aslında pek de dürüst olmadığımı düşündüm, tabi senden çok kendime. İnsanın birini suçlamaya neden bu kadar çok ihtiyacı var?

Dünyanın kusursuz olduğunu, bu kusursuzluğu çekemeyip onu kirletmeye, yok etmeye, en dibe gömmeye çalışmak, ancak ve ancak biz, insanoğlundan beklenebilecek bir davranış. Oysa bu önceleri hiç aklıma gelmemişti, aslında yalan, geldi de, öncelikle; “başka birini ya da bir şeyi suçlamak bizim doğamız da var, neden yapmayayım?” dedim. Peki, bundan suçluluk duyuyor muyum? Utanıyor olabilir miyim? Kimden, sizden mi? Asla! Sizler de en az benim kadar kötüsünüz.

"Şimdi suçlanma sırası biz de demek!" gibisinden huysuzlanmalar, ayağı kalkıp alkışla yapılan protestolar, havalarda uçuşan yumurtalar, bunun üzerine verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis, bir karikatür dersinde çıkan karikatürlerim, bu yüzden yirmi bin yenitürkliralık tazminat davaları, neresi yeni ağabey bunun? Ne zaman becerebileceğiz adam akıllı bir şey yapmayı, -mümkünatı varsa eğer- lütfen söyler misin?

Bir şeyler yanlış ama nedir, çözemedim.

Gerçi, öncelikle neden bahsettiğimizi iyice kavramamız lazım. Belki de hiçbir şeyden bahsetmiyoruzdur. Belki de bu yüzden kafamızda oluşturduğumuz -hiçbir anlamı olmayan- konunun içinden bir türlü çıkamıyoruz. Bunlar derin konular, farkındayım. Oysa daha da basitleştirmek vardı işi ; ama bu dönemde, bu bile suç. Öyle karmaşık ki çevremizde yaşananlar, öyle karmaşık ki kendi yaşantımız, işi basitliğe vurmak suç gibi görünüyor, nitekim, geçenlerde az daha bir grup tarafından taşlanıyordum, ellerinden zorla aldım kendimi.

Altmış yaşlarında bir kadın, Filistin’de, İsrail askerlerine karşı intihar saldırısı düzenlemiş. En yaşlı intihar komandosu olması bir kenara, geride bıraktıklarını düşününce, dokuz çocuk, bir o kadar torun, peki ya sonuç? Savaş ne için yapılır/insanlar neden ölür? Belki de bu kadar derin düşünmeyip, ayrıntıya girmeyip, üstünden uçup, kimsenin ulaşamadığı “o yer”e gitmek gerekiyor. Her şeyden kendini soyutlayıp, hayatın can yakan davranışlarından uzakta, kötülüklerden arınmış halde yaşamak, sanıldığı kadar keyifli olabilir mi sence?

Kuş bakışı daha güzel görünüyor her şey ; geceyle sevişmek için üstünü ışıklarla örten İstanbul gibi. Sabah olup insanların o şehir içinde çırpınmasını, nefes almaya bile vakitlerinin kalmadığını görmeyi, gerçeklik olarak tanımlayacaksak, “gerçek” bazen çok duygusuz, acımasız, itici olabiliyor, öyle değil mi?

Bitti mi söyleyeceklerin evlat?
Evet efendim.
Sen ne akıllı çocuksun böyle!

Mavi tayt giyen bir gizmom var! N'aaber?

V. Bölüm

Kırmızı kalemle, hayatın üzerine çizilen yıldızlı pekiyiler.

Hepsi, başarının tek göstergesi olmuştu uzun dönem. Defterimize çizilen her yıldızlı pekiyi, o günlerin, o vakitlerin güzel geçeceğinin -bi’ bakıma- müjdesini verirdi bize. Kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan, bu, kırmızı kalemle çizilmiş pekiyiler, -bumerang gibi- mutluluk olarak geri dönerdi bize.

Her yıldızlı pekiyi bir hediye paketiydi bizim için. Hepsinin içinden ayrı ayrı şeyler çıkardı, ve biz hepsini çok beğenirdik. Başarı duygusu, beğenilme, tebrik edilme, başımızın okşanması, komşulara anlatılan baş rölünü bizim oynadığmız sonu güzel biten biraz abartılı olaylar, övücü sözler...

Soyut şeyler öncelik taşırdı bizim için, önce onların tadını alırdık; çünkü onların üzerimizde yarattığı tepki hoşumuza giderdi, tabi bir süreliğine -herşey de olduğu gibi-. Bize bir barbie bebek, bir futbol topu, uzaktan kumandalı yarış arabası, makyaj seti gerekirdi bir süreden sonra. Elle tutulur şeyleri görünce, onlara dokununca daha çok haz duymaya başlardık. Gerçi onların da, diğer her şey gibi geçici olduğunu o zamanlar kavrayamazdık.

Bazı şeyler ne kadar gözümüzün önünde olursa olsun göremeyebiliyoruz. İşte, 'zaman' tam olarak burada devreye giriyor ve olaya el koyma vaktinin geldiğine karar verince, gözümüze soka soka gösteriyor bunları. Bu huyunu çok seviyorum arkadaşın.

Bu aralar çok karşılaşıyorum onunla. Eline geçen her fırsatı değerlendirmesini çok iyi biliyor. Gözüme soka soka; "al, işte budur!" diyor. Bu oldukça kendime kızıyorum, kendime kızmama sebebiyet verdiği için ona kızıyorum, sonra da : “İyi de kendime kızmama sebebiyet veren de ben değil miyim?” diyorum.
Ardından :
“Peki ya, o buna neden karışıyor, benimle benim arama girmeye ne hakkı var?”
Diğer yanım :
“Gerçekleri görmeni sağlıyor, çok geç olsa da..”

Sonra başlıyorum diğer yanımla atışmaya…

“Bu saatten sonra, gösterse ne fark eder?”
“Hiç görememenden iyidir.”
“Buna sen mi karar vereceksin be adam! Bunu değiştirmenin bir imkanı yoksa, geçmiş bir şey için neden canımı sıkayım?”
“Ama geçmiş de olsa, gerçek, hala gerçektir.”
“Önemini yitirdikten sonra…”
“Ama o, hala bir gerçek?”
“Gerçekliğini değiştirmek isteyen kim?”
“Sen!..”

Başka bir şey diyemiyorum, yine son sözü o söylüyor ve yine o kazanıyor. Dengeyi sağlamak için, bazen aynı şeyi benim de ona yapmam gerekiyor diye düşünüyorum; ama yapamıyorum. Bazı şeyleri değiştirmeye gücümün yetmemesi gibi, onu yenmeye de gücüm yetmiyor. Ama ne olursa olsun, her zaman kazanan bir yanımın olması güzel.

Cuma, Kasım 24, 2006

Sevgili Kırmızı Kalem

IV. Bölüm

Karadenizde battı gemilerim,
Hedefi 12’den vurmaaam gerek.

Hiç öyle bakma, gayet ilgi alaka çerçevesi içinde giriş yaptım. Bazen söze başlamak o kadar zor oluyor ki, ya başlamayı hiç istemiyoruz ya da she is a bitch, allright. Çok affedersiniz. Gerçekten, üzülerek söylüyorum bunları. “O zaman söyleme?!” tarzında bir cevabı kesinlikle kabul etmiyorum; çünkü hayatımızda bir çok şeyi zaten üzülerek söylüyoruz. Üzüleceğiz diye içimizde kalsa her şey, içimizi daha da acıtsa, içimizde ki o gizemli sandığı gereksiz yere doldursa, önemli olan diğer her şey altında ezilse, ne kadar da güzel, pardon, kötü olurdu, öyle değil mi?

Bazen üzeceğini bilmeden söylediğimiz şeyler de var, onlar başlı başına what is the matrix. N’oldu bana böyle, hiç bilmiyorum. Eskiden -son dönemde yani- böyle değildim ben, değiştim azıcık. Sanırım, son dönemin en hit tanımlamalarından olan dejenere gençliğin sağdan üçüncü kapısıyım. Evladım daha ne duruyorsun, hadi öpsene teyzenin elini!?

Bu aralar kimseye de beğendiremiyorum kendimi, işin gırgırına vurunca, belli ki çok yakıyor canlarını, çevremden pek pozitif tepkiler almıyorum. Aslında, pek değil, hiç almıyorum. Ki şöyle bir soru yöneltebilirim kendime : “Madem yüzme bilmiyordun niye çıktın ağaca?” Cevabını -sizin gibi- ben de merak ediyorum, valla bak.

Son dönemde keyif aldığım şeylerden biri de haberler izlemek. Daha doğrusu keyif aldığım şeylerden biriydi haberler izlemek; çünkü özellikle politikanın içinde olan insanların birbirleriyle olan diyaloglarını dinlemek kadar keyif veren bir şey olamaz diye düşünürdüm; ama artık haberleri dinlemeye bile dayanamıyorum. Şu, ahşap evin içinde, elektrik kontağından çıkan yangın sebebiyle yanarak can veren üç çocuk. Küçücük üç çocuk. Dünya başlı başına canımı yakmıyormuş gibi, bir de bunların olduğuna tanık olmak, görmek, bilmek… Günahsız, daha ruhu kirlenmemiş, küçücük üç çocuk. Peki ya, bu küçük beyaz kanatlı üç çocuğun hayatın bizzat kendisinden aldıkları bu korkunç ceza, sence sadece onlara mı verildi; bu cezayı sadece onlar mı çekti? Bir eksiklik var bu soruda -herşey de olduğu gibi-, hissedebiliyorum. Belki de olması gereken, daha çok acı, gözyaşıdır.. evet, biraz da yağmur.. ve çakıl taşı yutmuş gibi bulantılı bir mide…

Melekler de cezalandırılıp,
Acı çekiyor.
İşte, bak.
Üç tane, küçük beyaz kanatlı meleğin, o gün karardı tüm dünyaları.

Dünyayı bu kadar temiz görmelerinden dolayı da olabilir mi aldıkları ceza?
Dünyayı böyle gördükleri için kızmış olabilir mi biri ya da birileri?

Sorular ortada ama sınava girecek olan kim? Kim cevapları verip, yıldızlı pekiyi alacak?

Kime konuşuyorum ki ben…

Çarşamba, Kasım 22, 2006

En güzeli, kafeinsiz, kahve aromasız su.

III. Bölüm

Konu anlatımsız, çözümsüz, yeni hayat felfesine tam uyumlu soru bankası!

Bu dönemde popüler şeylerden biri de soru bankaları. Bir başlayıp sonunu bir türlü getiremediğimiz cinsten. Kafamızı körertip, aklımızı alıp, yaşamdan soyutlayan cinsten. Gerçekten az bulunur böylesi. Yeni inek neslinin uyuşturucusu olmuş durumda. Tüm otçulları içine çeken bu sistem, bir mıknatıs gibi. Çekimine engel olamadığın sürece, inek olduğunun bilincine varıyorsun. Sen ineksen, daha doğrusu inek olma potansiyeline sahipsen, sistem tarafından keşfedilip, koca bir mıknatıs gibi sistemin tam içine çekiliyorsun. Başta ne dedim ben? : "Çekimine engel olamadığın sürece, sen bir inek olsa potansiyeline sahipsin." Seni avladığı o an her şeyin sonu demek. En azından bir süreliğine. Kendini ona bıraktığın an, bir bankadan diğer bir bankaya ziyaretler başlıyor. Her bankadan biraz alıyorsun, hepsi içinde birikmeye başlıyor. Gençliğinin verdiği tüm enerjiyi, bankaların sana verdiklerini içine almakta harcıyorsun. Tabi bununla bitmiyor, onların hepsini içinde tutmakta gerekiyor. Elbette bir süreden sonra dolup patlama durumuna geldiğinde, tam karşında bu iğrenç ama kusursuz sistemin (ki bu ne biçim çelişki böyle?) oluşmasının tek sebebi duruyor. Sınav. Hadi evladım, boşalma zamanı. 3 saatin var, istediğin kadar boşal. Sınavdan çıktığında ne kadar iyi yapabildiysen, bi' o kadar iyi sonuç alacaksın. Bir bakıma, affedersiniz terbiyemi bozuyorum ama, bu tam olarak sınavı ne kadar iyi becerebildiğinizle alakalı bir durum. Sınavı becerebildinizse, gerektiği kadar boşalabildinizse, sonucunu alıyorsunuz. Sınavı hiç becermek istemeyenler var ki, onlar zaten çoğunluğu oluşturuyor, zorla becerme durumuna düşüyorlar, ki bunun sistemin kendisinden başka kimseye faydasının olmadığı söylemekte fayda vardır. Bir insan becermek istemiyorsa becermek istemiyordur. Bunu ona zorla yaptırmak isteyen bu sistemin, ben, her neyse.

Sistem = Bir grup adamın kendini tatmin etme isteği + 2 milyon inekle yatma fantezisi + kraliçe örümcek ve elbette ki hazin sonlar (en keyif veren şey de, sanırım, bu hazin sonlar, ineklerin yüzlerinde oluşan o bedbaht ifadenin de, eşantiyon olarak, hazin sonların yanında verildiği belirtip, saygıyla önünüzde eğilirim)

Ne ilgisi var be, gözel gardaşım!

Salı, Kasım 21, 2006

Bak, geçenlerde kafam yarıldı.

II. Bölüm

Bütün dünya senin gözlerinden daha küçük…

Gerçekten böyle mi düşünüyordu yoksa sadece o an madalyanın görünen yüzünü anlatmanın tek yolu muydu bu?..

Sözcüklerin gücünü bazen çok küçümsüyoruz, sihrini kullanmak yerine, karmakarışık duyguları ortaya sunup, “alın işte, bu dünyaya bu yakışır” demek daha çok keyif veriyor bize. Bu, dünyanin kendisi de olsa, aslına bakılırsa özellikle dünya ise, bunu onun yüzüne vurmak daha çok zevk veriyor bize. Hatayı, gereğinden çok seviyoruz biz. Tabi o hata bize ait değil ise. Başkasına ait olan bir şeyi kıskanmadan sevebileceğimizi, biz insanların bundan zevk alacağını, bundan birkaç sene önce gelip söyleseler katıla katıla gülerdim herhalde; çünkü o zamanlar daha tanımamıştık kendimizi ya da bunu yapmak işimize gelmiyordu. Belki de kendimize dürüst olacak kadar güçlü hissetmiyor da olabilirdik, kim bilir?

Ama gerçekten, bize ait olmayan bir şeyi, özellikle bize ait değilse, kıskanmadan sevebiliyoruz. Bu ‘hata’ bile olsa, böyle. Keşke her şey bunun gibi olsa. Bunu sevmemizin altında yatan şey kötü olsa da, bu da bir şeydir, değil mi? İnsan bunu başarabiliyorsa, tam tersini neden yapamasın? Neden bir başkasına ait olan bir şeyi, onu kıskanmadan, onu kendi için istemeden, altında bir şey aramadan sadece sevemeyelim? Bunu yapabilmek, bu kadar mı zor? Bu sorunun muhatabı kim veya cevabını kim verebilir, bilemiyorum. Belki de cevabı olmadığı için bu sorulara bir muhatap bulamıyoruz. Bence bir cevabı var, bu sorunun karşısına geçip, “evet, yapabiliriz!” diyebilecek birileri var. Hatta birileri değil, herkesin bunu yapabileceğini biliyorum. Ama bilmek ne kadar yeterli? Yeterli mi? Daha diğer soruların cevaplarını bulamadan, onlara cevaplar ararken, yeni sorular ediniyoruz işte. Kafamızı bu kadar kurcalayan, bu kadar yoran şey de bu değil mi zaten? Soruların üzerine gelen, yeni sorular. Onların üzerine gelen, yine sorular. İçinden çıkılamaz hale gelinceye kadar bu kısır döngü devam edecek. Sonunda, soruların ağırlığını kaldıramaz duruma gelince, vazgeçeceğiz cevap aramaktan, sorular sormaktan.

Ulaşmayı umduğumuz yere varabildik mi?

ya da

Ulaşmayı umduğumuz yer -artık susmalıyım- gerçekten var mı?

"Hanım, biz mi kurtaracağız bu dünyayı?"
"Bırak elindeki şarapla felsefe yapmayı, sakalın uzamış, kes şunları artık!"

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Bu ne biçim lacivert?

I. Bölüm

Tavuklar çiçek açmış,
Ellerinde poğaça.

Hayat arada sırada yapsa bunu. Rengarenk çiçekler açsa tavuklar. Ellerinde peynirli poğaçalarıyla dolaşsalar. Köşedeki çay ocağına oturup, gerçek tavşan kanı çayları yudumlasalar. Tavla oynayıp, zarları yerlere düşürseler. Galip gelen tavuk kahkahayla gülüp, “yürüüüüü anca gidersin” diye bağırsa. Maçın başlamasına 1 saat var. Tavuklar sahada, tribünler çiçek açmış mis gibi kokan fanatik tavuklarla dolu. Formaları giymiş, bayrakları sallıyorlar. Sahada ısınan tavuklar, patlamış mısır gibi ısındıkça patlıyor. Taraftarlar saha inip sıcak mısırları dimdiklerken, bir anda hepsi aynı şarkıyı söylemeye başlıyor : “Writing on the wall / so you can speak / writing on the wall / will sing will sing / writing on the wall / so you can scream / the writings on the wall / they'll sing they'll sing..”

Tüm bunlar oracıkta oladursun, çiki çay ocağında oturan çiçek açmış tavuklar televizyon karşısına geçiyor. İzlenebilecek en güzel şey, maç için sahada ısınırken patlayan çiçek aromalı tavukların o hali olsa gerek. Hakeme bakıyoruz, evet, o bir horoz! Çiçeği burnunda, elinde poğaça yerine zurna var ama. Döktürüyor meydanı boş bulmuşken. Karşısına geçip limon yemeye başlıyor top toplayıcı tavuk. Ağzı sulanıyor, gözlerinden yaşlar akıyor zurnacı hakem horozun. Anlatırken benimde sulandı, bak. Çiki çay ocağına bağlanıyoruz şimdi, bi’ bakıyoruz ki hepsi toplu halde yerde, gülmekten mide spazmı geçiriyorlar, çok komik halleri, durumun kendisi gibi. Kaydet oğlum bunları, ‘ilginç anlar’ programına gönderip, parayı kırarsın valla.

Çiçek taksi ya da susam sokağı gibi bizim çiçek açan tavukların da bir sokağı ya da taksi durağı olsaydı keşke. Taksici tavuklar, kendileri gibi güzel kokan taksileriyle halkımıza hizmet verseler. Hizmette sınır yoktur diyip gerekirse ellerinde ki poğaçalardan ikram etseler, hatta kanatlarının bi’ ucundan koparıp müşteriye verseler. Çiçekli hizmet karşılığında aldıkları paraları tema’ya, unicef’e, olmadı ‘haydi tavuklar okula’ projesine bağışlasalar. Hah aklıma gelmişken, sahi sulamak gerekir mi onları?..

Pazartesi işe dönüyorum, patronumun çiçek açan bir tavuk olmasını ne de çok isterdim. Elinde sıcak poğaçalarla karşılasa beni. Kahvemi de alsam şöyle bi’ güzel. Sonra şey olsa, sinirlendikçe patlasa mesela? Ben de onu yesem afiyetle. Ortada patronluk bir durum kalmasa, daha az sıkıntı verir yaptığım iş. Stres yaşamam herhalde. Çiçek açan bir tavuk, hayatımı daha güzel hale getirebiliyorsa, kendimi daha iyi hissedebiliyorsam, işimi sevmeye başlıyorsam, ilk işim Noel de Noel Baba’dan bunu dilemek olacak. Sevgili Noel Baba, patronumu çiçek açan bir tavuğa dönüştürebilir misin? Elinde de sıcak peynirli poğaçalar olacak, unutma lütfen.

Kaza eseri dün çocukluğumla karşılaştım. Adı Yokuş, yaşı çocuk. O da benimle aynı şeyi düşünüyor. Kışın buz tutan yolda kızağıyla çiçek açan bir tavukla kaymayı çok istermiş. Keyifli olacağını ikimizde çok iyi biliyoruz. Sıcak çikolata ısmarlıyorum ona. O da kendini, yani çocukluğumu tekrar anlatmaya başlıyor. Ne kadar da gelişmiş bir hayal gücümüz varmış. Ne kadar da çok, zamanın ötesine geçebilme lüksüne sahipmişiz. O zamanlar sınır koymasını daha öğretmemişlerdi bize. Kimsenin, “dur kardeşim, haddini bil, ne yaptığını sanıyorsun?” demediği dönemlerde, meydanı boş bulmuşken, ne de çok aşmıştık kendimizi. Şimdi her şey çok farklı görünüyor, çocuk yanımız ölmüşken, zaten o gözle bakabilme yeteneği de onunla birlikte gömülmüyor mu içimize. Gözlerini kapatıyorsa içinde ki çocuk, onun gibi bakamıyorsan, sınırlarını çizmeye başlıyorsun demektir. Ötesini görememek, işte tam olarak bu demek. Keşke yeniden doğsa çocukluğum, içimde bir kıpırdanma olsa, yavaş yavaş gözlerini açsa, yine eskisi gibi, yine kısıtlamadan yaşayabilsem hayatı.

Cumartesi, Kasım 18, 2006

Samanyolunda Seyahat

ben ki samanyolunda gezinen karıncayım
her yıldız kum tanesi ayağımın altında
geceler seyre dalar yaşadığım aşkları
her aşktan binbir yıldız yanarak düştüğünde
kainatı aşarım, zamandan da aşırı
bir ışık demetine ruhum dönüştüğünde
bilirim ki o zaman sonsuzun tacındayım

oysa ben,

samanyolunda gezinen

sadece bir karıncayım.


İ.Ü. - (çok ayıp ettim, biliyorum)
Hem güneş var
hem yağmur

ne romantik bir hava..

Oysa,
her ikisi de
iklimin gerçekleri.


İ.Ü.

Perşembe, Kasım 16, 2006

bir martiyi aglattin işte
bir çocuk garanti intihar eder artik..
Birini sevmek için nedenlerin yoksa onu gerçekten seviyorsun demektir.

Pazar, Kasım 12, 2006

Hayatta insanın başına gelebilecek en kötü şey,
doğruları bilip yanlışları seçmek istemesi midir?

Yoksa,

yanlışları seçmek istediği halde
doğruları seçmek zorunda kalması mı?

Cumartesi, Kasım 11, 2006

Nasıl olur da insan,
dünya yüzünde,
bütün bir ömür boyu,
hatta ondan bile sonra,
sonsuza dek birlikte olmak istediği,
her gördüğünde,
hayır,
yalnızca adını düşündüğünde bile kalbinin deli gibi çarpmasına engel olamadığı,
belki de hayata geldigi an kaybedip sonra da çaresizce,
farkında bile olmadan oradan oraya savrularak yıllar yılı arayıp durduğu parçasını bulmuşken mutsuz olur?

Perşembe, Kasım 09, 2006

Bulutların arasında,
yukarıda,
o tombul,
kanatlı çocuk elinde yayla uçuyordu.
Yüzündeki gülümseyiş öyle tuhaftı ki,
bir yaramazlık yapıp cezalandırılacağını düşünen çocuklarınkine benziyordu.
Ve onun yayıyla fırlattığı ok oradan çıktı,
bütün o renklerin,
bulutların,
ormanların içinden gelip,
benim kalbime saplandı.

Ve ben sana,

oracıkta,

su gibi,


aşık oldum.

Pazartesi, Kasım 06, 2006

Hep böyle değil midir?

En güzel rüyalardan hemen uyanmaz mıyız?
İçimdeki sır kırılmış gibi paramparça...
Birdenbire büyümüş gibi durgun...

Çarşamba, Kasım 01, 2006

Biliyorum, olmuyor.

Hiç değilse
bir şans daha verilseydi.
Hiç değilse
bir yol ayrımında verdiğimiz kararı değiştirip,
yeniden başlayabilseydik...