Micho2 Michougué <body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar/14364200?origin\x3dhttp://michougue.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Çarşamba, Eylül 26, 2007

Bazen mutlu oluyorum; Allah Allah? Olacak iş mi bu?

Beni hala şaşırtabiliyorsun hayat, ilginçtir.

Pazar, Eylül 23, 2007

Jenny beni sev.

14 September 2007, Helsinki Town Hall
Jenny (28)
"I like this second hand shirt, because it's tattered and extraordinary. Gold and glitter are my long time favourites. I often wear black or white. I like cardigans, leather jackets and scarves. I like to mix different elements like old and new, tattered and brand new clothes. Lately I've been inspired by autumnal colours. My grandmothers inspire me constantly, too."

demiş. bırak desin. o ne dese doğrudur. ne dediği de beni ilgilendirmez. helsinki'de olmalıydım. üzüldüğüm tek nokta bu. 28 yaşında olması da problem değil. ben her şekilde varım jennnniiieaeae... duy sesiimii...

kokko kokoakokonkokko kokokokkoko
saippuakalasalakauppias

son olarak,

ki ki ki ko ko ko glu glu vak vak vak.

Cuma, Eylül 21, 2007

Creating a new story

Masallar bu kadar acımasız olmaz sanırdık ya, öyle değilmiş. Bir masalın içinde sıkışıp kalınca anlaşılıyor bazı şeyler. Kendimi kaybedip, daha doğrusu seni kaybedip bir çıkış yolu aradığım sürede buldum işin sırrını; yanılıyormuşuz. Masallar bile yeri geldi mi kötü yazılabiliyormuş. Ve masalların bile korumasız olduğunu görünce insan, kahraman olmayı bile istemiyor. Kahramanlar ağlıyor çünkü. Ben de ağlıyorum bazen. Ve kendi masalımızda kahraman olmamayı ne kadar dilediysek, işte o kadar başımıza geldi istemediklerimiz. Bu o kadar üzdü ki bizi, bu o kadar yaktı ki yüreğimizi, bence kendi masalımızı kendimiz yazmalıyız, diye fısıldadım kulağına. Gülümsedin önce, sonra: “Neden olmasın?“ dedin gözlerimin içine bakarak.

Önce bir gökyüzü yazmıştım içinde kendimizi kaybedebileceğimiz; hiç unutmam. Ardından uçsuz bucaksız bir ovada koca bir ağaç, kocaman gövdesi olan. İçinde seninle yaptığımız bir ağaç evi. Ama üstü açık; her gece uzanıp gökyüzündeki yıldızları seyredebilmek için. Şekiller uydurabilecektik yıldızlara istediğimiz kadar. Ben bir şemsiye bulacaktım. Sen bir küçük ayı. Bir sınırımız olmayacaktı. Gün doğmayacaktı biz istemeyene kadar. Bir sınırsızlık yazmıştım, dünyaya inat. Dönmeyecekti dünya. Zaman olmayacaktı. Her şeyi yaşayacaktık doyasıya. Hep yanımda olacaktın. Sırt üstü uzanıp yıldızları sayarken başımı çevirdiğimde seni yanımda uzanırken görecektim, gözlerini gözlerime dikmiş gülümsüyor haldeyken. Hepsini en ince ayrıntısına kadar yazmıştım; çok iyi hatırlıyorum. İkimizin dünyasını öyle güzel yaratmıştım ki, kıskanacaktı tanrılar, biliyordum. Bu yüzden içimde vardı bir endişe, istemeden de olsa yüreğime yazdığım. Biraz da korku üstüne üstlük. Her korktuğumuz şey başımıza gelecek diye bir şey yazmadım oysa ki. Nerden geldi, nasıl oldu bilmiyorum. Başımı gökyüzüne doğru kaldırdım. Bir anda kararmaya başladı saymaya bile fırsat bulamadığımız yıldızlar. Ardından ağacımız çürümeye başladı. Sonra evimizden olduk. Etraf bir karanlık bir karanlık… Zar zor seçiyorum seni. Sonra gözlerimi kaybettim; göremiyordum hiçbir şeyi. Sonra ellerimi; dokunamadım sana. Sonra sesin gitti. Ardından da sen kayboldun. İkimiz için yazdığım dünyamız bir anda yok oldu. Nasıl oldu, nerden geldi bilmiyorum. Karanlık bir anda gelip yuttu bizi. Kendi masalımızda doyasıya yaşayamadık. Hep masal olarak kalmayı bir türlü başaramadık.

Şimdilerde gerçekliğin içinde dolanıp duruyorum. Hiç de göründüğü kadar karmaşık değil. Bir şey eksik olunca içinde, içi tamamen boşalmış görünüyor. Olmasa da olur dediğimiz onca şeyden biri diye yorumluyorum hayatı. Gökyüzünü ise hiç söylemiyorum. Bir şeyler var yarım yamalak. Solgun, bulanık, sararmış. İnsanı heyecanlandırmıyor bile bakarken. Nasıl bu kadar zevksiz yazılabilir, nasıl bu kadar eksik bırakılabilir, diye sitem ediyorum kendi kendime. Oysa bir suçum yok. Sadece bir başkasının yazdığı masalın içinde küçük bir roldeyim ben. Ama oynuyorum onu. Belki de bu yüzdendir kendime olan sitemim, diyorum.

Ve zaman geçiyor.
İyi ya da kötü, bu masalın içinde zaman çok çabuk geçiyor.
Ama eksik.
Ama boş. Ama anlamsız.

Salı, Eylül 18, 2007

Phoenix

Gecenin bir yarısı,
Uyku akıyor yıldızları çizdiğim tavanımdan.
Boğulup gidesim var içinde.
Boğulup yok olasım var.
Gecenin öyle bir yarısı,
Nefes alıyor sensizlik,
Okşuyor saçımı,
Sonra hiç çekinmeden,
Yüzü bende,
Gözleri parlayarak
Karanlığın koynuna giriyor,
Ama soğuk,
Ama acı.

Pencereme konuyor ateş kuşu.
Hani senin yüreğime hediye ettiğin.
Özgür bırakalı onca sene olmuş,
Dönmüş yine bana.
Penceremden izliyor beni,
Beni içeri al der gibi bakıyor bana.
Bir yuva bulamadım, der gibi çırpıyor kırmızı kanatlarını.
Korkuyorum.
Bana kalsa, diyorum.
Bana kalsa alırım.
Hiç bana kalmıyor.
Büküyor kanatlarını ateş kuşu.
İçinde var hayal kırıklıkları,
İçinde var deli bir burukluk.
Uçup gidiyor
Bir gün tekrar dönecek, diyorum.
Bir gün her şey bana kalacak.

Pazar, Eylül 16, 2007

Kim bilir?












Ve her şey hızla yetişti sonra
Sarı bir günün kahverengi yarınına.

Yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
Gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
Ağaç da çürümüş zaten
Kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
Ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
Çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
-Gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
Yoklamışlar orasından burasından
Kim bilir?

Ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
Önemsiz bir iki anıdanbaşka
Ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
Sorarım ne bulmuşlar
Çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
Anılar.

Oysa bambaşka şeyler olmalıydı ağaçta
Kazılmış, oyulmuş yerlerinde ağacın
Buruk mayhoş, daha çok da bir zehir tadındaki
Bir şeyler olmalıydı. Ve sanki
Yıllar var ki saklamışım orda ben

Saklamışım anlaşılan
Odasında yapayalnız doğuran bir kadının
Dışa vurmak istemediği
Ya da pek gereksinmediği
O iniltiyi andıran
Duyurulmayan her şeyi.

Edip Cansever

Cuma, Eylül 14, 2007

Hayatın içi dolu : sorular & cevaplar.

Yeni gömlek giymeye karar vermek için koca dünyanın tekrar dönmeye başlaması gerekiyorken, bir asırdır geçmekten bıktığımız o sokağın kaldırımına dökülmüş kırmızı converse’i gördükten sonra, o benim olmalı, demek için, diyebilmek için daha ne kadar süre beklememiz gerekiyor? Söyle bana, ne zaman iyi şeyler gelecek başımıza? Tek çarenin bir gökdelenin üstüne çıkıp kendini bırakmak olduğu fikrini ne zaman çıkarabileceğiz aklımızdan?

Soruları sevmiyorum. İçinde hep bir alış-veriş oluyor. Bir beklenti. Bir karşılık. Oysa cevapsız soruların daha etkileyici olduğunu düşünürüm hep. Bana öyle gelir.

Kötümserlik iyidir ama. Her şeyin en kötüsünü düşünürsün, sonra başına gelir, buna hazırlıklı olduğun için o kadar etkilenmezsin. Ya üzüntü? O her zaman var, kimin umurunda?

Gelelim sana…
Ve senin şu soruna…

Seninle en çok el ele tutuşmayı seviyorum. El ele dolaşıp, mısır yemeyi, daha doğrusu yemeye çalışmayı seviyorum. Mısır tek elle yenmez, doğrudur. Ama biz yeriz. Bizim için doğrular yeri geldi mi hiçbir şey ifade etmez.

Seninle bir yerlerde oturup sıkıntıdan patlamayı seviyorum mesela. Garsonun 10 dakikada bir gelip bir şeyler içip içmediğimizi sormasını ve bu sorulara senin hep hayır diye cevap vermeni, garson sinirli bir şekilde arkasını dönüp giderken bana bakıp haylaz bir çocuk gibi gülümsemeni seviyorum.

Coca Cola gibi hayatın tadı olmanı, rocco gibi çok şeker olmanı, albeni gibi her şeye bir bahane bulmanı, çikolatalı gofret gibi seni sevmeyenin hiç olmamasını seviyorum ben. Seviyorum işte, bazılarına çocukça gelse bile. Ki bence biz zaten birlikteyken tam bir çocuk oluyoruz, bu da bize özel bir şey.

Bir masal kahramanı olmak istesen hangisi olurdun diye sorulduğunda, heidi, diye cevap vermeni ve benim de bu soruya, çoban peter, diye cevap vereceğimden emin olmanı seviyorum sonra. heidi... hayyyyyyyyyyydiii... deine welt sind die bergeee… heidiii haydiiii.... komm nach haus', find dein glück, komm zu uns wieder zurüüüüüück… diye şarkılar söyleyip sokağın ortasında herkesin bize bakmasına sebep olmanı seviyorum ben.

Karda kışta pencerenin hiç kapanmamasını, kar yağınca “aa kar yağmış” diyip yalın ayak karda deliler gibi koşuşturmanı seviyorum. Bir şeye canının çok sıkılmasından sonra ağlama öncesi gözlerinin dolup o gururlu titremeni seviyorum. Sevişirken de aynı şeyi yapıyorsun. Nefes almaktan vazgeçiyorsun. Korkuyorum önce. Sonra kendine gelip göz kapaklarını açıyorsun. Hep karşında olmayı, o an birbirimizin gözlerine uzun uzun bakabilmeyi seviyorum. Böylece, dünyanın bir anda kabuk değiştirmeye başladığını hissedebilmeyi, her şeyin bir anda yenilenmiş olduğunu görebilmeyi seviyorum.

Ama en çok seni seviyorum.

Zaten aşk iyidir demiş Edip Cansever.

Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın
Hele don gömlek sabahları
Tıraş olacağını duyarsın
Yeni gömleğini giyeceğin gelir
Bir yeni biçim eklersin insan olacağa
Masaya, merdivene, aynalı dolaba
Derken ardından sipin işi bir kahvaltı
Amanın dersin bu ne delice gidiş
Paldır küldür açar mıydı fıstık ağacı
İspinoz düşünür müydü
Deli olan kaşınır mıydı
Kolların upuzun Walt Whitman'ı okumaktan
Ağzın desen bir karış açık
Sokaklar yok mu, o sokaklar
Önce bir yeşile işkilli
Evlerde büyümeler, alıp başını gitmeler olacak
Kızıp duracaksın üstüne başına konan toza
Televizyondaki ise
Usanmak, hızını eksiltmek dendi mi
Cin ifrit kesileceksin birden…

Pazartesi, Eylül 10, 2007

-27

Kalbinin rengini süzüp
Kırmızıya bulanmış elleriyle
Onu terk ettiğin sokağın köşesinde bekliyor seni.
Seslenmen yetecek ona.
Öyle bir dinliyor ki dünyayı,
Öyle bir dikkatli izliyor ki hayatı,
Küçük bir işaret gördüğü gibi kanatlanıp uçmaya hazır.

Cuma, Eylül 07, 2007

Perşembe, Eylül 06, 2007

Night Dialogues vol.1

Al başını, çek git buralardan.
Uzun ince yollardan geç. Koca tepeleri aş. Bir ırmağın kenarında dur. Elini yüzünü yıka. Soluklan biraz. Sonra devam et her şeyden uzaklaşmaya. Yapabileceğin en iyi şey bu senin. Hayatın boyunca hep birilerini geride bıraktın. Oysa yanıldın oğlum. Geride bıraktığın senden başkası değildi. Hadi yine terk et kendini. Belki akıllanırsın biraz. Gerçi akıllanma gibi bir yeteneğin de yok senin. Buna yetenek denir mi bilemem ama, değilse bile fark etmiyor, akıllanmadıktan sonra değişen hiçbir şey olmuyor. Kaç defadır diyorum sana; böyle gitmiyor, silkelen biraz.

-Dinleyen kim.
-Kim?

Senden ne 7 olur ne de cüceler. Senden ne beyaz atlı olur, ne de prens. Ne öpecek bir pamuğun olur, ne de seni öpüp prense dönüştürecek bir prenses. Ancak bir cadıdan elmayı yersin sen. Başka bi b*k yapamazsın. Hep yaptığın şey; defol da git zehirlen. Ölüm uykusuna dal, nasılsa öpüp uyandıracak biri yok, ömrün boyunca cam fanusun içinde uyursun, ne güzel.

-Dünya mı umurunda olan?
-Dünya derken?

Geçenlerde gökyüzüne bakınıp kaç yıldız olduğunu saymaya çalışan sen değil miydin? Sonra sabah oldu. Gözlerimi açtım. Hala yukarı bakıyordun. Bu sefer de bulutlara şekiller uyduruyordun. Bu senmişsin. Bu benmişim. Bu da evimizmiş. Yeryüzünde bile yerimiz yok oğlum. Gökyüzü şurada dursun…

-Burada temel…
-Hiç komik değildi.
-Bırak şimdi. Komikti :)

Bunu da aş artık. Hep sen haklı olamazsın. Her bildiğin doğru mu sanıyorsun?

-Evet. Ayrıca, o gece tam 3946 tane yıldız saydım, biliyor muydun?
-Hiç söylememiştin.
-Sordun mu hiç? Beni eleştirmekten fırsat olmamıştır sormaya.
-Ciddi sorunların var oğlum.
-O bulutlar da bize gerçekten çok benziyordu. Hadi itiraf et, öyleydi di mi?
-Tamam, biraz benziyordu.
-Aferin. Ha şöyle come to yol.
-Hakikaten problemlisin.
-Diyalogu bitirecek bir cümle lazım şimdi.
-Ney?
-Böylelikle bize ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunuyoruz sayın seyircilaar. Gelecek yüzyılda tekrar görüşmaaah umuduynan. Hoşça kalın.
-Var bi sapıklık abi, belli.

Çarşamba, Eylül 05, 2007





Kaybettim.

Peki ya şimdi ne olacak?

saat, dünya, zaman, rüya.

Uyuyorum. Bir rüya var içimde. Rüyanın içinde ben varım. Yürüyorum. İlerlemiyorum ama. Sonra cebimde bir şeyler oluyor. Elimi cebime sokuyorum. Çıkartıp bakıyorum; bir saat. Altın. Üzerinde taşlar var. Çok güzel. Kimseye göstermiyorum. Çok kıymetli ya. Görmesin kimse. Tekrar cebime bırakıp uzaklaşmaya başlıyorum oradan. Biraz geçtikten sonra gözlerimi açıyorum hemen. Not ediyorum bir yere. Unutmayayım diye. Bir rüya gördün. Cebinde altından bir saat vardı, taşlı. Unutma.

Rüya kitaplarında kayboluyorum. Her sayfayı tarıyorum. Saat’i buluyorum. Altını buluyorum. Hep güzel şeyler söyleniyor. Okuyorum. Hoşuma gidiyor. Sonra kapatıyorum kitabı. Bırakıyorum bir köşeye. Telefonumu alıyorum. 1 ay sonrasına hatırlatma yapıyorum. Bir rüya gördün. Cebinde altından bir saat vardı, hem de taşlı.

1 ay geçiyor. Telefon çalıyor. Bir bakıyorum hatırlatma var. Okuyorum. Bir rüya gördün. Cebinde altından bir saat vardı, hem de taşlı. Sonra saat ve altın için söylenen rüya yorumlarını hatırlıyorum. Hiçbiri çıkmamış. Hiçbiri gerçekleşmemiş. 1 ay geçmiş ama, hiç güzel şey olmamış. Boş umutlar. Boş rüyalar. Ellerim bomboş. İçim bomboş. Dünya bomboş.

Bomboş demişken, kalbim de bomboş. Hem de her şeye; tek sana değil.

Pazartesi, Eylül 03, 2007

Eve Dönebilsek...

Işıklarda durmuşlar bir süre. Teneke yığınlarının içinde büyümek ne kadar da sıkıcı bir şey demiş protego. Ama seyahat etmek güzel şey, iyi yanından bak diye cevap vermiş diğeri. Deniz yolundan gitmişler bir süre. Gitmişler. Saatlerce bitmemiş mavilik. Sonra yeşile varmışlar. Asırlık ağaçlar, küçük ahşap evler, birkaç bekçi köpeği… Burayı sevdim ben, çok sessiz, demiş protego. Dur burada, sevdim burayı diyorum, dur. Onu dinlememiş diğeri. Kırmızı kutu ilerliyor hala, geçiyor hayatından diğer güzel her şey gibi bu da. Durmuyor. Gözleri doluyor, içinin yarım asırdır dolduğu gibi, boşaltacak bir yeşillik bulmuştu ama, durmadı yine, bu da geçti hayatından bir anda.

Yine saatler geçti aradan.. Dinlenmek için durdular ilk defa. Bir tesiste yol kenarında küçük beyaz masalardan birine oturmuş şekersiz kahveyi yudumluyorlar. Yüzünü ekşitiyor, kahvenin hiç tadı yok, diye söyleniyor diğeri. Hava soğuk biraz. Üşümüş ikisi de. Sarılamayacak kadar bir şeyler kırık içlerinde. Dur, dedi ya protega. Durmadı diğeri. Onun yüzünden bir şey daha kaybedildi tam sahip olacakken. Nasıl olur ki? Oluyor işte. Hayat bu, her şey oluyor. Yolu izliyorlar. Kırmızı kutular, mavi kutular, beyaz kutular geçiyor hızlıca. İçlerinde birbirinden farklı hayatlar, içlerinde kayıplar, kazançlar, içlerinde üzüntüler, mutluluklar, içlerinde aşklar var ve yalnızlıklar…

Gözleri dalmış birinin. Diğeri izliyor onu. Ne düşünüyorsun, diye soruyor. Cevap veriyor protego, hiç. Keşke gerçekten öyle olsa, tüm düşüncelerden arındırabilse kendini. Kendi bile inanmıyor hiçbir şey düşünmeden 1 dakika bile durabileceğine. Bu da benim lanetim işte. Durmadan, hayatım boyunca hep düşünmek zorunda kalacağım bazı şeyleri diye geçiriyor içinden. Yoruluyorum artık, diyor. Gitmekten, düşünmekten, ilerlemekten, bir şeyleri hep geride bırakmak zorunda kalmaktan… Değişecek her şey, diyor diğeri. Zamanı gelince her şey düzelecek. İnanmıyor ona. İnanmak istiyor ama, inanamıyor.

Keşke yanlarında olsam, durun, gittiğiniz sürece, bir yer aradığınız sürece geride bırakacaksınız her şeyi, düzelmeyecek hiçbir şey diyebilsem onlara. Engel olabilsem, ya da dünyayı dolaşsak, tekrar, başladığımız yere, ilk ele ele tutuştukları, ilk öpüştükleri o eve geri dönebilsek…

Gölgelerin gücü adına, hadi dönelim geri, eskisi gibi güzel olsun her şey.