Micho2 Michougué <body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar/14364200?origin\x3dhttp://michougue.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Çarşamba, Ekim 31, 2007

waiting for a sign

Uzun bir yolculuktan yeni çıkmış yorgun bir gezgini oynuyordum dün gece. Her şeye yeniden başlamak için atılmış yeni bir adımın sürüklediği bu baharat kokan kentte tüm insanların yüzlerindeki o alışılmadık ifadeyi görünce bir şeylerin değiştiğini anlamıştım. Bundan 7 yıl önce terk ettiğim bu kasabanın şimdilerde yeni bir yüze büründüğünü görünce içimde bu kentten kalan birkaç güzel şeyin de terk ettiğim o gün yitirildiğini yeni fark ettim. Sandığımız, var olduğunu düşündüğümüz onca şeyin, geçmişimizi oluşturan değerlere tekrar dönüş yaptığımızda aslında öyle olmadığını anlamak ne kadar acıtıyorsa canımızı, bir o kadar da bölüyor tüm hayallerimizi binlerce parçaya. Ruhu parçalanmış yorgun bir gezgini oynamak ne kadar ağır geliyorsa bana, bir o kadar da yüzüme vuruyor yeni bir adım atmanın aslında hiçbir şeyi düzeltmediğini. Elimizde kalan birkaç pamuk ipliğinin hiçbir şeyi bağlamaya ve bizimle birlikte sürüklemeye yetmeyeceğini görünce bükülüyor boynumuz ıslak dallar gibi. Kırılmıyor belki ama, bükülüyor… Bir daha ne zaman kuruyacağını bilmeden, güçsüz halde bekliyoruz zamanın geçmesini, baharın gelmesini.

Beklemenin ne kadar ruhu sıkan bir şey olduğunu gerçekten anlamak için birkaç tren yolculuğu yapmak gerekiyor. Geride bıraktığın insanların istasyona gelip tren kalkmadan hemen önce kolundan tutup seni geri götürmesini bekliyorsun. Bunu beklerken trenin gelip seni bu şehirden kaçırmasını da aynı anda beklemek kafayı çok karıştırıyor. Daha iyi bir hayatı, rahat bir nefes almayı bekliyorsun. Beklediğin onca şey arasında, beklemekten sıkılmış halde, bu sıkıntının bitmesini bekliyorsun. Beklemekle geçen, yeşermeyi bir türlü beceremeyen bu hayatın daha ne kadar devam edeceğini bilmeden, bunun da bitmesini beklemekle zamanını geçiriyorsun. Zor oluyor istasyonlarda oturup, zamanını hayatında bir şeylerin gerçekleşmesini beklemekle geçirmek. Beklenilen onca şeyin arasında tek bir şey gerçekleşiyor ; sadece birkaç dakika gecikmeyle istasyona varan tren... Sana sadece binip gitmek kalıyor. Trene binip kompartımanda otururken dışarıyı izliyorsun, kalabalığın arasından birinin fırlayıp sana "in" demesini umut ederek. Bekliyorsun… Gerçekleşmeyen onca şey gibi bu da gerçekleşmiyor. Tren yavaş yavaş istasyondan ayrılırken pencereden dışarı sarkıp arkaya bir kez daha bakıyorsun; ve onun dediği gibi : Dışarıda kamyonlar kavun taşıyor, sen hep onu düşünüyorsun…

Pazartesi, Ekim 29, 2007

They Made Frogs Smoke 'Til They Exploded

Cumartesi, Ekim 27, 2007

if you only knew the power of the dark side!

when the world is mine, your death shall be quick and painless!

nihahaha!

Perşembe, Ekim 25, 2007

Peach, Plum, Pear


Seninle oturup meyve sepetini kucağıma alıp güle eğlene, boğula boğula, tıka basa yiyip çimlerin üzerinde uzanırken gökyüzünü izlemeyi söyledim. Bulutlara şekiller uydurup içlerinden bizim evimizi bulmayı özledim. Üzerimize üşüşen karıncaları, börtü böcekleri kovalamayı, içine girdi diye huylanmanı, deliler gibi kıvranıp çığlıklar atarken gözlerindeki o ışıltıyı görmeyi özledim. Dünyanın döndüğüne dair bir kanıttın benim için. Şimdi elimde ne bir kanıt var, ne bir meyve sepeti, ne de dünyanın kendisi…
utangacım, rol icabı sevişemem, lütfen ısrar etmeyin.

Çarşamba, Ekim 24, 2007

Happy Birthday!









Mutlu yıllar sana!

(Nasıl unutmadığımı ben de bilmiyorum?!)
houston we have a problem!

Cuma, Ekim 19, 2007

not surprise for me

Buralardayım ben, buralarda. Sadece meraklandırmayı seviyorum. Arada sırada ortadan kaybolup kafa dinlemeyi, insanların arkamdan "nereye kayboldu bu?" demesini, koca pastanın içinden fırlamayı ve ben buradayım demeyi seviyorum sadece. Her gün değil de arada sırada ortaya çıkıp insanları şaşırtmayı, uzun zamandan sonra beni görünce yüzlerinde beliren o ifadeyi seviyorum, bir de bana çok içten gelen o anki hareketlerini. Yoksa buralardayım canım, sadece görünmez moda girmiş ortalıklarda geziyorum. Ayrıca insanlara farkedilmeden bir bankta oturup gün bitene kadar onları izlemeyi seviyorum. Hiçbir şey yapmadan saatlerce oturup cocukları, çiftleri, martıları ve yaşlı amcaları izlemeyi seviyorum. Ama görünmeden... bir köşeden... yoksa doğallığı kalmıyor. Ben o doğallığı seviyorum. Ortaya çıkıp herkese görünüp açıklamamı yaptıktan sonra yine ortadan kaybolma zamanı. Parmakla sayılacak kadar olan meraklı arkadaşlarıma buradan selamlar. Ölmedim, evet. Yine kurtulamadınız benden. Yakında tekrar görüşürüz.

Cumartesi, Ekim 13, 2007

Bilmiyorum… Belki bir gün biz de gülümseriz hayata; kim bilir?

Karanlığa karşı...

Nereye gidersen git, gerçek hiç değişmeyecek. Çünkü, hiçbir şey “biz” olabilecek kadar tam değil. Birleşik Ruhlar Diyarı’ndan kaçmış tutkulu bir çifti oynadık biz gecenin tam üçünde Elanor vadisinde. Yeni bir maceraya atılmak ancak bu kadar tehlike yaratabilirdi iki firari için. Bunu oynamayı başarabilmişken daha neyi kanıtlamak zorundayız hayata, söyler misin? Yarım olarak yaşayabilmeyi mi?

Peki, bu mümkün olabilir mi?

Hiç sanmıyorum.

Çarşamba, Ekim 10, 2007

Nasıl?

Karanlığın gülümsediği bir an… gölgelerin gece yarısı nöbetleri, çevreyi saran rüzgarın uğultusu, kediler, siyah siyah kediler, gözleri her şeyin inadına parlayan üşümüş kediler, bir kıvılcım çocukluğumun şokunu yaşatan elektrik direğinden, taşları dağınık sokağımın kaldırımında yığılıp kalmış bir sarhoş, unutulan her şeyin geride kalan yıkıntısını anımsatan kaldırım ve sarhoş, sonu hep çıkmaza vuran yollar, döndükçe başımı, hayatımı döndüren dünya, midemi bulandıran kısır döndü, saatin 3:20’yi gösteren yüzsüzlüğü, acımasızca çıkardığı o ses, tik tak.. tik tak... bir telefon, sesini duyup kapatan bir yalnız, sesini duyup kapatan bir özlem, bir hasret, bir yıkım...ve gecenin bir yarısı buna hiç şaşırmayan, arayanın kim olduğunu her zaman anlayan ruhu kayıp bir adam, kızgın, yedimilyonyediyüzkırkikibin yıldır uyuyamayan bir adam… bir yatak, herkes kokan dağınık bir yatak, yenilgi kokan, üzüntü kokan, göz yaşı kokan bir yatak… çarşafı koyu vişne çizgileriyle, kan kırmızısı renginde olan bir yatak… uykusuz adamın hiç sevemediği bir yatak, yedimilyonyediyüzkırkikibin yıldır üstünde hiç uyuyamadığı bir yatak… bir oda, 5 duvarı olan, tavanına Samanyolu çizilmiş bir oda… duman kokan, griye çalan, her duvarında geçmişinin onda bıraktığı izler görülebilen bir oda… bir bina, 2. dünya savaşından çıkmış yıkıntı içindeki bir bina, her şeyden darbe yemiş argın bir bina, içindekileri ile birleşmiş, hepsinden bir parça alıp acı gibi gerçeğe dönüşmüş, nefes alabilen bir bina…

Ve orada bir sokak var...

nasıldiyehiçsorma...

Çarşamba, Ekim 03, 2007

Bir günde bir çok şey...

Bir bakıyorum yediden yetmişe herkesin adı umut. Bir bakıyorum göz yaşı oluyor dökülen gökyüzünden. Hiçbir şey 2 dakika duramıyor yerinde. Hep bir değişkenlik, hep bir kayıp, hep bir üst üste katlanış, sonra ağırlığın altında ezilmeler… İçim çok dolu, sıkılıyorum, tv’nin karşısına geçip bana bir yerden tanıdık diziyi izlemeye başlıyorum. Kendilerini kayıp yıldızları bulmaya adamış insanların arkasından durup bakmaktan usanmış, kendi kayıp yıldızını bulmak için uzaklara, çok uzaklara gitmek için sabırsızlanan amatör bir gezgini oynuyorum son bölümde. Neyi değiştirebilirim, diye soruyorum kendime. Cevap verebilecek bir moda girememenin vermiş olduğu rahatsız edici sessizlik ile baş başa kalıyorum bir süre. Kimsenin sıkıntıda olmadığı, yüzlerde sadece tebessümün görülebileceği ve martılara ekmek atmakla zamanın geçirebileceği bir döneme göç etmek istiyorum o an. Yıllar akıp gidiyor; silik silik, geçmişte hiçbir iz bırakmadan. “Boşluk” denilen şey tam olarak bu olmalı diye geçiriyorum içimden. Aydınlanabilmiş olmanın verdiği huzuru bozulmasın diye buzluğa bırakıp geriye dönüyorum, çocukluğumun o en can alıcı sahnesine. Gözleri kocaman, elleri küçücük kızı öptüğüm sahneye. Islak dudaklar, kırmızılık, şaşkınlık, içimde birmilyonbeşyüzbindörtyüz kelebek… Sadece kendi geçmişime yolculuk yapabildiğim zaman makinemi açık arttırmada satmayı planlıyorum. Planlarım tutmuyor. Ne arttıran oluyor ne de alan. İkinci bir planı devreye sokmalıyım diyesim hiç yok; çünkü hiç ikinci bir planım olmuyor. Her yıl biraz daha göğe yaklaştığımı fark ettiğim sokağımda yine zift gibi bir çalışma yapılıyor. Asfalt döküldükçe seviniyorum. Dökülen her asfaltta biraz daha yükseliyorum ama kaldırımlar benim kadar şanslı olmuyor. Kaldırımlar alçalıyor. Onların adına çok üzülüyorum. Onları geride bırakıp evime gidiyorum. Odama girip duvarlarımla selamlaşıyorum. Herkesin dört duvarı oluyor, benim ise beş. Her duvarımı farklı bir renge boyuyorum. Boyacı ben olup, emeklerimin karşılığı olarak kendime aynada en az 1 kez gülümsüyorum. Aslında her şeyi sırf kendime gülümseyebilmek için yapıyorum. Bu, dünyanın en zor şeyi gibi geliyor. Kendime gülümsemeyi başarabilmek bana, yaşamak için çok uzun süre yetiyor. Penceremden kafamı çıkarıyorum, izlemeye başlıyorum. Bir arka bahçem var, yemyeşil. Bir çok hayvanı içinde barındırıyor : ökse kulak, buluberi, tepeline… dünyanın en güzel hayvanlarını orada besliyorum. Bir gün hepinizi o bahçeye, hayvanlarımın eşsiz güzelliğini görmeye davet ediyorum. Onları doya doya izledikten sonra her gün 1 saat bisikletimle boyutlar arası gezintiye çıkıyorum. Sepetsiz. Gezide sadece ben ve bisikletim oluyor. Her şey geride kalıyor ve ben gitmek istediğim her yere gidebiliyorum. Bu duyguyu hissetmekten, rüzgarın yüzüme vurmasından aşırı zevk alıyorum. Sonra geri dönüyorum. Bahçeye girip hayvanlarımı seviyorum. Akşam oluyor. Yıldızlar beliriyor. Uzanıp onları izliyorum. Sonra uyuyorum. Sabah oluyor. Güneş vuruyor yüzüme. Yeni bir gün doğuyor…