Her neyse..
Her şeyin ardında farklı bir şey gizli, her karanlıkta bir gizem yatıyor, bilinmeyene bu kadar ilgi duymamızın başka ne sebebi olabilir ki? İçimde sırrını koruyan, sihirli kutular içinde saklanmış, büyülerle korunmuş o kadar çok şey var ki. İçime girebilecek kadar becerikli biri varsa bile, o kişinin, gizemli kutuların hangisini seçeceğine, hangisinden başlayacağına hiçbir zaman karar veremeyeceğini düşünüyorum. Bir seçim yapsa bile, bunun ağırlığını, bunun sorumluluğunu kaldırabilecek mi, meçhul. Bir sırrı taşıyabilmek ne kadar zorsa, iki kişinin paylaştığı şeyin sır olmadığı da o kadar doğru. Peki, taşıdığımızı sandığımız, hiç kimseye açıklayamadığımız, bazen kendimizden bile sakladığımız şey neyin nesi? Bir cevap aramak, aradığı cevabı bir türlü bulamamak. Bu iki şeyin, insanı ne kadar yorduğunu bir çok insan bilir. Ve bu insanların, eninde sonunda dönüp dolaşacakları yerin, içi boş ve karanlık bir kuyu olduğunu bildiklerinden de eminim. İnsan soru sormaktan vazgeçerse, cevap aramaktan usanırsa, hiçbir şeyi sorgulamadan hayatına devam ederse, insanın, evet, dönüp dolaşacağı tek yer, içi bomboş, karanlık bir kuyu.
Bir yerden girip, başka bir yerden çıkabilmek de beceri isteyen bir durum. Bu yüzden kendimi fazlasıyla becerikli görüyorum. Bir kapıdan içeri girip, başka bir kapıdan, başka bir mekana çıkabilmek, bazen çok eğlenceli, bazen de, fazlasıyla sinir bozucu. Bir kapıdan içeri girerken, bir daha oraya geri dönemeyeceğini bilmek, yeni bir şey keşfetmek isterken, eskisine veda etmek, veda etmek zorunda kalmak, eskiyi, yeniye satmak fazlasıyla sinir bozucu. Kendimi geçmişe ihanet etmiş gibi hissediyorum. İhanet etmek, yeniyi isterken, eskiyi terk etmek, aslında terk etmek zorunda kalmak… İnsan her şeyi istiyor. Mümkün olandan fazlasını, yettiğinden fazlasını, gerekenden fazlasını… Ben de, o kapıyı açtığım anda eskiyen her şeyi, yenisiyle birlikte, promosyon olarak geri istiyorum. Keşke, dvd setlerinde olduğu gibi, yeniyi alırken eskiyi de yanında verseler. Set set yaşamlarımız olsa.
Yaşam derken, kendimize ait olduğunu sandığımız hayatların, aslında öyle olmadığını, hayatı bir bütün olarak toplu halde yaşadığımızı düşünüyorum. Bu durumun, ‘özel’in yok olduğu anlamına gelmesi, kimsenin buna dur dememesi, diyememesi ne kadar da üzücü. Haber vermeden, açıklama yapmadan sevişebilmenin bile mümkün olmadığı bu gezegende, saklayabileceğimiz şeylerin ne denli az olduğunu görmek, insanın önce yaşadığı topluma, dolayısıyla da kendisine acımasına sebep oluyor. Keşke, dvd setlerinde olduğu gibi, bizim de her insanın kendine ait özel bir şifresinin olduğu, her isteyenin gelip kullanamayacağı, set set yaşamlarımız olsa. Bir yaşamdan, bir diğerine geçiş süresince, bağlantının eski ile yeni arasında hiç kopmadığı, eskinin yanında yeniyi yaşarken, her şeyin, geçmişin, geleceğin birbiriyle bağlantılı olduğu, set set yaşamlarımız olsa keşke.
Set demişken, çöle sonsuza dek sürgüne gönderilen Seth gibi hissediyorum kendimi. Kıtlığın, yokluğun ikiz kardeşi Seth’im sanki. Kendi kardeşimi öldürmesem de, diğer tanrılara ihanet etmesem de, nedenini bilmediğim bir cezadan dolayı, sonsuza dek çöle, yani kıtlığa, yokluğa sürgüne gönderilmiş gibi hissediyorum kendimi. Bir nedenden dolayı cezalandırılıyorum ama, sebep nedir, neyin nesidir, çözemedim. Bir tanrının, güneşi korumak için savaşmış bir tanrının kaderini paylaşıyor olmanın üzerimde yarattığı etkiyi küçümsememekte fayda var tabii. Her neyse, bunlar bir yana, sen bir yana…