Micho2 Michougué <body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar/14364200?origin\x3dhttp://michougue.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Salı, Şubat 27, 2007

Her neyse..

Her şeyin ardında farklı bir şey gizli, her karanlıkta bir gizem yatıyor, bilinmeyene bu kadar ilgi duymamızın başka ne sebebi olabilir ki? İçimde sırrını koruyan, sihirli kutular içinde saklanmış, büyülerle korunmuş o kadar çok şey var ki. İçime girebilecek kadar becerikli biri varsa bile, o kişinin, gizemli kutuların hangisini seçeceğine, hangisinden başlayacağına hiçbir zaman karar veremeyeceğini düşünüyorum. Bir seçim yapsa bile, bunun ağırlığını, bunun sorumluluğunu kaldırabilecek mi, meçhul. Bir sırrı taşıyabilmek ne kadar zorsa, iki kişinin paylaştığı şeyin sır olmadığı da o kadar doğru. Peki, taşıdığımızı sandığımız, hiç kimseye açıklayamadığımız, bazen kendimizden bile sakladığımız şey neyin nesi? Bir cevap aramak, aradığı cevabı bir türlü bulamamak. Bu iki şeyin, insanı ne kadar yorduğunu bir çok insan bilir. Ve bu insanların, eninde sonunda dönüp dolaşacakları yerin, içi boş ve karanlık bir kuyu olduğunu bildiklerinden de eminim. İnsan soru sormaktan vazgeçerse, cevap aramaktan usanırsa, hiçbir şeyi sorgulamadan hayatına devam ederse, insanın, evet, dönüp dolaşacağı tek yer, içi bomboş, karanlık bir kuyu.

Bir yerden girip, başka bir yerden çıkabilmek de beceri isteyen bir durum. Bu yüzden kendimi fazlasıyla becerikli görüyorum. Bir kapıdan içeri girip, başka bir kapıdan, başka bir mekana çıkabilmek, bazen çok eğlenceli, bazen de, fazlasıyla sinir bozucu. Bir kapıdan içeri girerken, bir daha oraya geri dönemeyeceğini bilmek, yeni bir şey keşfetmek isterken, eskisine veda etmek, veda etmek zorunda kalmak, eskiyi, yeniye satmak fazlasıyla sinir bozucu. Kendimi geçmişe ihanet etmiş gibi hissediyorum. İhanet etmek, yeniyi isterken, eskiyi terk etmek, aslında terk etmek zorunda kalmak… İnsan her şeyi istiyor. Mümkün olandan fazlasını, yettiğinden fazlasını, gerekenden fazlasını… Ben de, o kapıyı açtığım anda eskiyen her şeyi, yenisiyle birlikte, promosyon olarak geri istiyorum. Keşke, dvd setlerinde olduğu gibi, yeniyi alırken eskiyi de yanında verseler. Set set yaşamlarımız olsa.

Yaşam derken, kendimize ait olduğunu sandığımız hayatların, aslında öyle olmadığını, hayatı bir bütün olarak toplu halde yaşadığımızı düşünüyorum. Bu durumun, ‘özel’in yok olduğu anlamına gelmesi, kimsenin buna dur dememesi, diyememesi ne kadar da üzücü. Haber vermeden, açıklama yapmadan sevişebilmenin bile mümkün olmadığı bu gezegende, saklayabileceğimiz şeylerin ne denli az olduğunu görmek, insanın önce yaşadığı topluma, dolayısıyla da kendisine acımasına sebep oluyor. Keşke, dvd setlerinde olduğu gibi, bizim de her insanın kendine ait özel bir şifresinin olduğu, her isteyenin gelip kullanamayacağı, set set yaşamlarımız olsa. Bir yaşamdan, bir diğerine geçiş süresince, bağlantının eski ile yeni arasında hiç kopmadığı, eskinin yanında yeniyi yaşarken, her şeyin, geçmişin, geleceğin birbiriyle bağlantılı olduğu, set set yaşamlarımız olsa keşke.

Set demişken, çöle sonsuza dek sürgüne gönderilen Seth gibi hissediyorum kendimi. Kıtlığın, yokluğun ikiz kardeşi Seth’im sanki. Kendi kardeşimi öldürmesem de, diğer tanrılara ihanet etmesem de, nedenini bilmediğim bir cezadan dolayı, sonsuza dek çöle, yani kıtlığa, yokluğa sürgüne gönderilmiş gibi hissediyorum kendimi. Bir nedenden dolayı cezalandırılıyorum ama, sebep nedir, neyin nesidir, çözemedim. Bir tanrının, güneşi korumak için savaşmış bir tanrının kaderini paylaşıyor olmanın üzerimde yarattığı etkiyi küçümsememekte fayda var tabii. Her neyse, bunlar bir yana, sen bir yana…

Pazar, Şubat 25, 2007

Verdiğin değerin, sonra, çok çok sonra anlaşılması, anlaşıldıktan sonra mahcup durumuna düşülmesi, ardından gelen özür mektupları, üzerine yapıştırılmış singin pulları, kilidi bozuk, paslanmış posta kutuları..

Her şeyi unutuyor insan, verdiğin değerin anlaşılmamasından duyduğun kırgınlıktan başka. Her şey kayboluyor, tozlanıyor, çürüyor ama bir tek o kalıyor içinde hiç çürümeden, paslanmadan.

Olsun, böyle yaşamayı da becerebiliyorum artık. Eskisi kadar yormuyor beni, bunu kendimden bir parça sayıyorum artık, benimle yaşıyor, benimle büyüyor o da.

Gerçi, bu duruma alışmak da ayrı bir sıkıntı yaratıyor içimde.

Dedim ya, olsun.. Sıkıntılara yabancı olmadıktan sonra; geçer, bu da geçer evlat.

Artık inanmıyoruz be dedecim, hayat o kadar inandırıcı gelmiyor bize. Beyaz olmadan siyah olmadığı gibi, her beyazın altında da bir siyahlık var sanki..

Perşembe, Şubat 22, 2007

Kapalı alanlarda durmaktan ne denli nefret ettiğimi bir sen bilirsin, bir de orada ki insanlar. Sinir kat sayımı yükselten bu durumdan ne kadar uzak durmaya çalışsam da, faydasız, anladım.

Bazı şeyler böyledir, olacağı varsa olur. Ne kadar çabalarsan çabala, olmaması için, değişmesi için, yok olması için, var olması için ne kadar çabalarsan çabala, olacağı varsa olur, bunu da anladım.

Anladığım bir çok şey var, sonradan farkına vardığım, önceden doğru diye, yanlış diye, düz diye, eğri diye bildiğim şeylerin aslında öyle olmadığını, sonradan, çok sonradan anladığım bir çok şey var artık.

Geçmişimde yaptığım hatalar, yanlışlar, söylediğim yalanlar, kırdığım kalpler, terk ettiğim hayaller, bitirmeden bıraktığım oyunlar, hepsi, ama hepsi tekrar dönüyor bana, teker teker.. teker teker..

Geçmişle hesaplaşmak çok yorucu, ayrıca pek keyif vermeyen bir durum. İnsanın o an tutunabileceği bir dalı yoksa eğer, işte o zaman fena, çok çok fena…

Pazartesi, Şubat 19, 2007

Dünya zaten adaletsiz..

Tanrısal bir farklılık var bu işin içinde, eminim. Burnum uyuşmuş halde öpüşebiliyorsam, dudakların titretebiliyorsa tüm bedenimi, vardır, eminim. Dokunma diye yalvarırken, zamanı durdurması için tanrıya dilenirken, her şey değerini yitirmişti, sen vardın, bir de güneşe meydan okuyan mavi perdeler. Tavanda dans etmeye başlamışken periler, dur dedim, fazlası zarar. Bak, eriyorum, dur, fazlası zarar.

Durmadın, zaten ne zaman dinledin ki beni.

Zaman geçer, her şey biter, sen gidersin, ben kalırım yine benimle. Benimle kalmak.. sen yokken..

Kafamı karıştırıyor yokluğun, hani derler ya, yalnızlık yakar, yıkar, yorar adamı, diye. Sen yokken, ben hiç birini hissedemiyorum, biliyor musun? Sanki sen gidince, sıcaklığını hissedemeyince, donuyor her şey, uyuşuyor tüm bedenim.

İçimde atan bir şey var ama, ne cesaretle, çözemedim.

Zaman geçer, her şey biter.
Sen gidersin, ben kalırım yine benimle.
Benimle kalmak.. sen yokken..

Çizik ama anılarla dolu plaklar gibi, çalarken geçmişi anlatan, geçmişe sıkı sıkıya tutunan gramofonlar gibi, ben de sana tutundum, seni söylüyorum her şarkıda.

Gece yarısıydı, dolunay vardı en tepede, kime sorsan aynı şeyi söylerdi sana, evet, o sadece dünyanın değil, ikimizin, ruhumuzun beyaz uydusuydu. Seni bekliyordum yine, tüm yaşamım boyunca yaptığım gibi. İçimde gelmeyeceğine dair bir kuşku yoktu. Biliyordum, gelecektin. Sokağın arasından yavaşça belirdin, yüzünü aydınlatıyordu ay, kıpırdayamadım, yanıma yaklaştın, ellerinle yüzümü tuttun, bir süre derin derin baktın kahve gözlerime, bir huzur kapladı içimi, her şey silindi aklımdan, sonra kollarınla sardın beni, boynun, kokun, tüm bedenin.. gerçekler acıtır ya.. sen de gerçek olamayacak kadar güzelken.. nasıl olurda? Bak, yokluğun gibi, varlığın da karıştırıyor kafamı..

Hayal misin?
Gerçek misin?

Sen.. gerçekle hayalin tek evladı, dünya zaten adaletsiz, ne olur üzülme bu kadar. Evet, haksızlık belki de. Böyle olmak, böyle mükemmel olabilmek, diğerlerine, belki de dünyanın ta kendisine haksızlık. Ama bu senin suçun değil, hiç kimsenin suçu değil. Bu kadar zorlama kendini, bu kadar eziyet etme ruhuna, kendi ellerinle kırmaya çalışma küçük beyaz kanatlarını.

Olsun,

varsın böyle olsun,

dünya

zaten

adaletsiz..

Cumartesi, Şubat 17, 2007

Akıl hocamı öldürdüm geçenlerde. 5 parçaya böldüm onu, küveti kırmızıya boyadım. Beyazın üzerinde çok etkili bir renk kırmızı, kan kırmızısı. Benim üzerimde yarattığı etkiyle kıyaslarsak eğer, onun yanında bir hiç kalır gerçi. Ben beyaz, O kırmızı, üzerime kazıdığı her kelime, çok etkileyici bir renk bırakıyor bedenimde.

Çok dikkat çekmenin iyi bir şey olduğunu kim söylemiş? Ya da söyleyen var mıdır?

Çevreye bakınınca 9123819238123 saniye kadar, aslında anlaşılıyor az çok. Dikkat çekmenin iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi olduğunu pek anlayamıyor insan, söyleyene de hak verip vermemekte kararsız kalıyorsun, ama bir gerçek var ki -gerçekler kutsaldır- dikkat çekmek için çırpınan çok beden var etrafta. Ruhunu satışa çıkarmış, parmak uçları siyahımsı, nasıl başardıklarına akıl sır erdiremediğim karanlık yüzlü bir çok beden var. Bu dış görünümün altında yatanı hiçbir zaman bilemeyecek olmanın eksikliğini hissediyor muyum diye sorun bana, şehvetle cevaplayayım.

Bunlar dışa vurumlar, yüzeysel bir bakış açısının ürünü hepsi. Savunulan şeylerin, savunulduğu sanılan şeylerin, her insan tarafından, her akıl tarafından dünyaya farklı şekilde yansıtılma çabasından kaynaklanıyor bu sinerji. Bu çabayı ortadan kaldırabilecek güç var mıdır? Varsa eğer, o kişi, benzerliğin, sıradanlığın, yalınlığın tek tanrısı olacaktır. Kendini bunu yapabilecek güçte gören o insana bir çift sözüm var, beni bul, birlikte dünyayı yeniden programlayalım!

Boş bir zamanımda bugüne kadar toplam kaç farklı yüz görmüşümdür diye sormalıyım kendime. Gerçi hangi boş zaman, bunun cevabını bulabilmeye yetecektir ki? Olsun, denemek, hiç denememekten iyidir derler, ona da katılmıyorum ya her neyse.

Çok düşünmekten ölür mü insan? Öldü mü ya da? Ölmüştür kanımca; çünkü düşünmek çok yoruyor adamı ya da çok düşünmek yoruyor adamı. Her ikisi de aynı kapıya çıkıyordu değil mi? Ya da ikisinin de sonucu aynı. Bir soruya bin şık, hepsi de doğru, bu yüzden hangi şıkkı seçtiğinin ne önemi var ki. Belki de bu düşünceleri bir kenara bırakıp sadece ölmek lazım. Öldükten sonra düşünmek lazım. Peki öldükten sonra düşünebilir mi insan?

Perşembe, Şubat 15, 2007

Asıl savaş insanın içindedir, demiş Albert’ın biri.

çok doğru demiş.

Cuma, Şubat 09, 2007

bundan 4 milyon yıl önce, geçen pazartesi, sabah 5 gibi aklımı aldın, hala ne olduğunun, ne olduğumun farkına varamadım.

insan ne olacağım mı demeli yoksa ne oldum mu demeli, inan hiç bilemiyorum.

sayende içimde oluşan, aklımı karıştıran 10 milyon baloncuk, kıpır kıpır, çamlıca gazozu gibi.

hayatımda çıkabileceğim en yüksek noktaya ulaştırdın beni, peki ya şimdi?

hafızamı yitirişimin yıl dönümünde bana böyle bir şey yaşattığın için seni öldürmeliyim.

Senin ruhunu oluşturan mayaya esrarengiz bir mucize katılmış.

Salı, Şubat 06, 2007

4 şubat 1988
yeditepe.

19 yıl, 2 gün önce sen doğdun.

doğarak çok güzel bir şey yaptın, farkında mısın?

Pazartesi, Şubat 05, 2007

Rahu!

O'nun bir lafı var, "bu hayatta kimseye güvenme!"

yaşadığı dünyada hiçbir canlıya güvenmemesini gerektiren, hayallerini yıkılmasına yol açan, umutlarını körerten, beklentilerini yok eden, böyle bir söz sarfetmesine neden olan 'şey' ne olabilir, çok merak ediyorum.

başına gelen şeyin ne denli büyük, yıkıcı ve telafisi mümkün olmayan türde olduğunu tahmin etmek bile insanın tüylerini diken diken ediyor.

bunları yaşayan insanın, kendini lanetlenmiş hissetmesi, işlemediği bir suç için cezalandırılıyor olmasını düşünmesi, gerçekten o kişinin üzerinde koyu gri bir renk bırakıyordur, eminim.

dumanın arasında önünü göremiyor olması, bu durumdan onu kurtaracak, bulunduğu belirsizlikten onu uzaklaştıracak ışığın ortaya bir türlü çıkmaması ne kadar da ürkütücü, değil mi?

insanın, kendini çözümsüzlük ile doldurulmuş olimpik bir havuzda boğuluyor gibi hissetmesi, yalnızlığının en doruk noktasına ulaşması ve güzel günlerin artık geri gelmeyeceğini anladığı 'o an'...

sessizlik, soğuk, titreyen bir beden, tükenmiş göz yaşları, akılda kalan 'umudu yitirişe dair' yazılmış bir şarkı, rengi solmuş eflatun tonunda anılar, yitirilen inanç, sağı da solu da çalışmayan loblar, the end, bitiş, son, boşluk, çürümeye yüz tutacak bir iskembe, kilidi kırık cennet kapısı, kapıları sonuna kadar açılmış cehennem, görmeyi istemediğimiz boynuzlu, koyu kırmızı inabezler, korkunun verdiği o duygu, mide kasılmaları, bilincini kaybetmek için ruhunu satışa çıkaran adam...

hepsi bir,
hepsi birbirinin içinde.

bunların birleşmesiyle ortaya çıkan şeyin yarattığı yıkımı düşünmek bile istemiyorum.

ayı ve güneş'i yutan Rahu, herşeyi karanlığa göm, hadi!

Pazar, Şubat 04, 2007

Sabahları kalktığımda karnımda o kasılmayı duyuyorum. Sabah kış ışığında o kasılma senin yüzünü çağrıştırıyor bir tek.
Bütün acıları uzaklara fırlatıp atmak için o oku kim verebilir bana?