günlerden o gün...
martıların düşürdüğü ekmek kırıntılarını bölüşüyoruz seninle.
bize bu kadarı yetiyor çünkü,
biz kendimizden başka her şeye tokuz...
Banyomun buğulu aynasından izliyorum kendimi. Üzerimde bir şeylerin bulanıklığı var. Duşun altındayken bile kurtulamıyorum bundan. Yüzüme düşüyor saçlarım. Yokluğunda bin bir parçaya bölünen hayatımı düzeltmek için çabaladığım yıllardaki gibi isteksizce düzeltmeye çalışıyorum onları. En azından kendine iyi görün diyorum. Hemen karşımdaki şu buğulu aynadan yansıyan adamda ne var, biliyor musun? Saatlerdir duşun altında umutla beklemesine rağmen bir türlü üzerinden akıp gitmeyen bir kadının izleri var… Senelerdir sen hariç tüm dünyadan kaçmak için uğraşan bu adamın içinde ne var, biliyor musun? Bu kayıp şehrin sokaklarında kaybolmuş insanların yalnızlıkları, uyku bilmez kedilerin yavrusunu ararken hiç bitmeyen inlemeleri var. En çok da bir türlü söylenemeyen sözlerin ağır yükü… Bu adamın içinde sen varsın, giderken unutulmuşlar var, dönüp geri alınamayacaklar, bir daha asla istenemeyecekler var…
Peki ya senin içinde ne var? Bakımsız parklarda oturup uzaklara dalmış bakışlarından başka? Herkese bakıp, her yüzde ondan başkasını göremiyor olmandan başka? Kalbine, yüreğine küsmüş olmaktan, yitirildiğini düşündüğün, hiç bitmesin diye adaklar adadığın o gecelerin özleminden başka ne var içinde? Altından kayıp giden benliğine, o olmadığı sürece, “dur” demekten bile kendini aciz hissetmekten başka ne var içinde, söyle bana? Bir elin alnında, geçen her dakika biraz daha hüzünlü, biraz daha bitkin, kendini biraz daha yenilmiş halde hissedip derin derin iç çekerek camdan dışarıyı izlerken, yağan yağmurda koşuşan insanları, ıslanmaktan korkmayan aşıkları, her damlada biraz daha temizlendiğini düşünen insanların o rahatlığını kendinde arayıp bulamamaktan başka ne var içinde? Benden başka ne var? Giderken bende unuttuklarından başka ne var? Bir daha geri dönüp alamayacaklarından, bir daha isteyemeyeceklerinden başka ne var içinde, söyle?